Rinovirüs, soğuk algınlığının en sık nedeni olan bir RNA virüsüdür. Pikornaviridae ailesine aittir. Özellikle üst solunum yollarını tutar ve enfeksiyon genellikle hafif seyreder.
⸻
Bulaşma • Damlacık yoluyla: Hapşırma, öksürük sırasında. • Fomitlerle: Virüs ellerde ve yüzeylerde kısa süre canlı kalabilir, burun-göz-ağız yoluyla bulaşır. • En sık sonbahar ve ilkbahar aylarında görülür.
⸻
Klinik Bulgular • İnkübasyon süresi: 1–3 gün. • Semptomlar: • Burun akıntısı, burun tıkanıklığı • Hapşırma • Boğaz ağrısı, hafif öksürük • Düşük ateş (çocuklarda daha sık) • Halsizlik • Genellikle 7–10 günde kendini sınırlar.
⸻
Komplikasyonlar • Çocuklarda: Orta kulak iltihabı, bronşiolit, astım alevlenmesi. • Erişkinlerde: Astım ve KOAH alevlenmesine yol açabilir. • Bakteriyel süperenfeksiyon riski vardır (sinüzit, otitis media).
⸻
Tanı • Genellikle klinik tanı konur. • Spesifik laboratuvar testi (PCR, kültür) rutin olarak gerekmez. • Ateşin yüksekliği veya semptomların uzaması bakteriyel enfeksiyon düşündürür.
⸻
Tedavi • Spesifik antiviral tedavi yoktur. • Semptomatik tedavi: • Serum fizyolojik ile burun temizliği • Analjezik/antipiretik (parasetamol, ibuprofen) • Gerekirse dekonjestanlar (kısa süreli) • Antibiyotikler faydasızdır, yalnızca bakteriyel süperenfeksiyon varsa kullanılır.
⸻
Korunma • El hijyeni • Kalabalık ortamlardan kaçınma • Maske ve eldiven kullanımı (özellikle hastayla yakın temas varsa)
Influenza, Orthomyxoviridae ailesine ait influenza virüslerinin neden olduğu, akut, yüksek derecede bulaşıcı bir solunum yolu enfeksiyonudur. Halk arasında “grip” denir, ancak tıbbi olarak “influenza” terimi kullanılır.
🟦 Etken
Tipler: Influenza A, B ve C (nadiren D). Epidemiler/Pandemiler: Özellikle A tipi hayvan rezervuarı (ör. kuş, domuz) sayesinde antijenik kayma (antigenic shift) yapar ve pandemilere yol açabilir. Antijenik değişim: Antigenic drift: Küçük mutasyonlar → her yıl salgınlar, aşı değişiklikleri. Antigenic shift: Büyük genetik yeniden yapılanma → pandemiler.
🟦 Klinik Bulgular
Ani başlangıç (nezleden ayırıcı özellik) Ateş, titreme Yaygın kas-eklem ağrısı, baş ağrısı Boğaz ağrısı, kuru öksürük Belirgin halsizlik
Burnunuzun en önemli görevlerinden biri, ciğerlerinize çekeceğiniz havayı “kondisyonlamaktır” (ısıtmak, nemlendirmek ve temizlemek). Bunu şu şekilde yapar:
Isıtma ve Nemlendirme: Soğuk hava genellikle kuru havadır. Ciğerleriniz için ideal hava, vücut sıcaklığına yakın (37°C) ve nemli olmalıdır. Burnunuzun içindeki karmaşık yapılar (konkalar) ve kan damarları, soğuk ve kuru havayı ciğerlere ulaşmadan önce ısıtır ve nemlendirir. Burun içindeki mukus zarları, bu havayı nemlendirmek için sürekli olarak sıvı salgılar.
Yoğunlaşma (Kondansasyon): Tıpkı soğuk bir camın buğulanması gibi, nefes verdiğinizde ciğerlerinizden çıkan sıcak ve nemli hava, soğuk burun çevresinde yoğunlaşarak su damlacıklarına dönüşür. Bu da burnunuzdaki sıvı miktarını artırır.
Peki Neden Akar?
Soğuk havada bu iki işlem yoğunlaşır:
· Burnunuz, içinden geçen soğuk havayı ısıtmak ve nemlendirmek için çok daha fazla sıvı (mukus) üretir. · Aynı zamanda, nefes verirken oluşan yoğunlaşma miktarı da artar.
Burnunuzun ürettiği bu fazla sıvı (ki bu aslında büyük ölçüde sudur, hastalıktaki gibi kalın mukus değildir) birikir ve vücuttan atılması gerekir. Bu fazla sıvının bir kısmı buharlaşır, bir kısmı boğazınızdan geriye akar (postnazal akıntı) ve bir kısmı da -özellikle üretim hızı çok yüksekse- burun deliklerinizden dışarı akar.
İnsanlığın şu zamana kadar olan kısmında açlık ön planda,
şimdi ise tokluk. Yine bir geçiş dönemindeyiz ve bilgimiz arttıkça da
yediklerimizi de yönetebilir hale geliyoruz. Konu sağlık, ama ticaretin ana amacının
da daha fazla kazanmak olduğunu hep aklımızda tutmalıyız; nihayetinde sigara
insan sağlığı için son derece tehlikeli bir ürün, ama hala inanılmaz miktarda
satışı var.
Hayatta kalmak için mutlaka dışardan kalori almalıyız ve her
gün bu işlemi tekrar etmemiz gerekiyor. Haftalık mutfak bütçenizin kişi başı
920TL mi olmasını tercih edersiniz, yoksa 645TL olmasını mı? Aşırı işlenmiş
yiyecekler hem ucuz, hem de tedariki ve idamesi son derece kolay. Yani yemek
yapmak için uğraşmak yerine hazır çorba, hazır makarna, bisküvi, cips aldınız
mı karnımız doyuyor, bir de hemen bozulmuyor.
Son 2 yıldır, evimizde mümkün mertebe aşırı işlenmiş yiyeceklerden uzak durmaya çalışıyoruz; buna dışardan eve yemek siparişi de dahil. Eskiden haftada bir gün mutlaka pizza siparişi verirdik, genelde 1 alana 1 bedava kampanyasıyla, 3kişi 2 pizzanın tamamını genellikle aynı gün tüketirdik. Sonra evde pizzayı hamurunu da kendimiz açarak yapmaya başladık: dezavantajları şöyle; malzemeye verdiğimiz para dışardan aldığımız hazır pizzanın 3-4 katına mal oluyor; organik un, organik yumurta, organik süt maliyetleri arttırıyor; organik mozarella şu ana kadar satan yer pek rastlamadım; onu da kendiniz yaparsanız (1o litre sütten 1kg mozarella yapılabiliyor) zaman ve maliyet katlanıyor. Pizzanın üzerine konulan malzemeler de ticari pizzalarda kötü malzemelerden yapılıyor, salam-sucuk ya kanatlı ya da her türlü kıkırdak vb kullanılarak ve baharatla lezzetlendirilerek yapılıyor; benim şahsi tercihim ya organik almak, ya da tahşiş olasılığı daha düşük olan kuru et veya pastırma koymak oluyor. Zaman ve para kaybı evde yapınca çok gibi duruyor; ama bizim geldiğimiz nokta artık pizza aramaz olduk. Muhtemelen ticari pizzalar bağımlılık yapıyor ve her hafta (belki de her gün) ister oluyorsunuz, evde yapılanların bağımlılık yapma etkisi de düşük oluyor.
Aşırı işlenmiş yiyeceklere paketlenmiş gıdaları da eklemek gerekiyor; biz müsabakaya giderken yanımızda kalori ihtiyacını karşılamak için bisküvi vesair alalım diyoruz, ama içindekiler kısmına baktığımızda yağ olarak palm yağı dışında yağ yok. Bazı uyanık firmalar palm dememek için hurma yağı veya nebati yağ ibaresini koyuyor. Şeker yerine glikoz-fruktoz şurubu ticari ürünlerin vazgeçilmezi. Daha ucuza üretim, daha fazla kar ticaretin doğası, ama insan da bunları bilip buna göre tercihini yapmalı. Renklendirilmiş içeceklere gelince, bu sözlerimi söyleyeceğimi gençken hiç düşünmesem de, içmemek gerekiyor; çünkü fazla yediriyor. Bir hamburger menüsüne baktığımızda zaten işin mantığını kavrayabiliyoruz, hamburger, patates cipsi ve kola; ucuza ye ve bağımlı ol.
Bu arada şirketler de bu konuya uyanmış ve insanları
kandırmak için çeşitli reklam kampanyaları yapıyorlar, mesela geleneksel Maraş
usulü dondurmanın içeriğine bir bakın, yine glikoz-fruktoz şurubu…
Amma konuştum, değil mi :) ?
Gelelim çalışmamıza 20 erişkine 2 hafta aşırı işlenmiş, 2
hafta da işlenmemiş gıda veriliyor.
Aşırı işlenmiş gıda tüketenler:
Günde 508 kcal daha fazla enerji alıyorlar
Hızlı bir şekilde 0,9kg vücut ağırlıkları artıyor
Daha fazla karbohidrat ve yağ alıyorlar.
Önerim
Aşırı işlenmiş her türlü gıda, ucuz ve kolaylık sağlasa da
çok kısa sürede kilo aldırıyor. Bunun dışında bu gıdalar (yiyecek ve içecek)
bağımlılık da yapıyorlar. Zor olsa da aşırı işlenmiş gıdaları hayatımıza
sokmamaya çalışmamız gerekiyor.
Tüm çocukluk dönemim orta kulak iltihabıyla geçtiği için bu konu benim ilgimi çekti; gerçekten ağrısı nedeniyle kafamı duvara vurmak çok zaman istediğim tam bir baş belası hastalıktı. Bu hastalığı çeken tüm hastalara şifa diliyorum.
Cep telefonlarının işlem gücü ile akıllı zekânın bir araya
gelmesi, önümüzdeki yıllarda işimizi oldukça rahatlatacak. Bu noktada akıllı zekâyla
kendi zekamızı kombine etmemiz de gerekiyor, yoksa Konya’ya giderken kendimizi
Kenya’da da bulabiliriz.
Bu çalışmada cep telefonun hoparlöründen çıkan sesi kullanarak
orta kulakta sıvı olup olmadığının tespiti yapılmış. 98 hastada yapılan bu
çalışmada:
Cep telefonu ve makine öğrenimi ile tanıda AUC değeri: 0,90
Sadece bu iş için üretilen alet ile (akustik reflektometri)
ile tanıda AUC: 0,78
AUC değerinin 0,5-0,7 arasında olması düşük, 0,7-0,9
arasında olması orta, 0,9 üzeri olması yüksek kesinliği göstermektedir.
Yani cep telefonu daha iyi tanısal performans göstermiştir.
Bu çalışmada cep telefonları hasta yakınları tarafından da kullanılmış ve hekimlerle benzer sonuçlar elde edilmiştir.
Öngörüm
Tıbbın demokratikleşmesi akıllı telefonlar ve yapay zekâ tarafından olacak.
Beynimizde 100 milyar nöron var, bunun da 15 milyarını korteks dediğimiz düşünmeye, hesap yapmaya, analiz yapmaya yarayan (tabii ki başka işlevleri de var) kabuk bölümündeki nöronlar oluşturuyor. Bu korteks kısmı, insanı diğer hayvanlardan farklılaştırarak, düşünerek ilerlemeyi sağlıyor; bu nedenle de beyninin tamamında 23 milyar nöronu olan fil uzaya gidemiyor, 7 milyarı olan şempanze araba yapamıyor. Ancak korteksin bir sıkıntısı var, o da sayıca az, bu yüzden de işlem kapasitesi sınırlı. Örneğin bir sayı öbeğine baktığımızda, ortalama aklımızda 7 tanesini tutabiliyoruz. Aynı anda birçok şeyi yapamıyoruz, öğrenme sürecimiz yavaş ve çok uzun süreler tekrara dayalı. Halbuki Matrix isimli filmde beyne yeni yeteneklerin yüklenmesi çok kolaydı; bu ütopik işlem çok da uzak olmayan bir gelecekte hayatımızın içinde olacak.
Hekimlik de oldukça karışık bir konu; bir hastaya tanı koyma süreci ise, hastanın şikâyeti ile başlıyor ve fizik muayene ile devam ediyor. Sonrasında da tanısal testler geliyor. Eskiden hasta dosyalarına bu süreci yazarken artık bu notlarımızı elektronik sağlık kayıtlarına yazıyoruz. Tüm bu sağlık verileri elektronik ortamda olduğu için de işlenebilir veri de çoğaldı; hâlbuki eski sistemde yazıların elektronik sisteme aktarılması, o yazıların çözümlenmesi son derece sıkıntılıydı. Bu devasa veriden bir şeyler üretmek de bu yüzyılın en büyük konusu olacak; elektronik sağlık kayıtlarındaki yazıların standardizasyonu ve üzerinde istatistiksel çalışma yapılması için de “doğal dil işlemi” kullanılıyor.
Bugün bahsedeceğim çalışma Çin’de yapılmış ve 1.3 milyon
çocuk hasta vizitinden elde edilen 101.6 veri noktası yapay zeka ile işlenmiş. Tanısal
doğruluk, deneyimsiz hekimler ve deneyimli hekimlerle karşılaştırılmış
Tanı Doğruluğu Ortalaması (F1 skoru: 1 en yüksek, 0 en düşük)
Yapay Zekâ: 0.885
Deneyimsiz Hekim Grubu: 0.840
Deneyimli Hekim Grubu: 0.915
Görüldüğü gibi, yapay zeka deneyimsiz hekimlerden daha
yüksek oranda tanı koyabilirken, deneyimli hekimlerin doğru teşhis oranı daha
yüksektir.
Eve Gidecek Sonuç
Yakın zamanda yapay zekâ biz hekimlerin işlerini oldukça
kolaylaştıracak gibi durmakta, ancak hastalarla iletişimin, insani ilişkilerin,
soru sorma sanatının yerini halihazırda alması için bir süre daha geçmesi
gerekiyor.
Yazının tam metni: https://www.nature.com/articles/s41591-018-0335-9
İnsanın ayaklarının üzerinde durabilmesi ve hareket edebilmesi için, vücudundan gelen sinyallerin beyne iletilmesi ve bunun işlenerek beyinden kaslara emir gitmesi gerekmektedir. Bu karmaşık işlemler beynin çeşitli bölgeleri tarafından yürütülmektedir, ancak bunun için ayrıca düşünmemize (korteksimizi kullanmaya) gerek yoktur. Ancak işleyen demir ışıldadığı gibi, duran demir de paslanıyor. Hareket ettiğimizde otomatik olarak beynin büyük bir kısmı çalışırken, oturduğumuz zaman bu işlemleri yapmasına gerek kalmadığı da aşikârdır. Dolayısıyla beynimizin sağlığını korumak istiyorsak mutlaka hareket etmemiz gerekiyor.
Peki, ne kadar süre oturuyoruz, ne kadar süre fiziksel aktivitede bulunuyoruz? Bu sorunun cevabı ise bu çalışmada, ancak bunlar ABD verileri.
2015-2016 tarihleri arasında Ulusal Sağlık ve Beslenme Anketine katılan 18 yaş üzeri 5992 katılımcının sonuçları aşağıdaki gibi bulunmuş:
Günlük 4 saatten az oturan ve haftalık 6 saatten fazla egzersiz yapanlar: %5
Günlük 8 saatten fazla oturup, egzersiz yapmayanlar: %10
Haftalık 6 saatten fazla egzersiz yapanlar %23
Egzersiz yapmayanlar %51 olarak tespit edilmiş.
Egzersiz yapmama, yaşla birlikte arttığı da gözlenmiş.
Türkiye’de Durum Nedir?
Bizdeki durum nedir diye küçük bir twitter (https://twitter.com/DoktorBurak/status/1066936695998881792) anketi yaptığımda ise sonuçlarımız şu şekilde oldu. Bu arada Prof. Mikdat Kadıoğlu Hoca’ya yardımı için müteşekkir olduğumu belirtmek isterim.
Sorumuz şuydu: “Sıradan bir günde kaç saat oturursunuz?” Bu soruya 587 kişi cevap verdi.
Türkiye’de Amerika’da
0-4 saat %20 %22
4-6 saat %20 %25
6-8 saat %28 %30
>8 saat %32 %21
Tabloda gördüğünüz üzere ülkemizde günde 8 saatten çok oturanların sayısı Amerika’nın 1,5 katı. Bu durum da ülkemizdeki obezite fırtınasının nedenlerinden bir tanesidir.
Bu arada bir başka araştırmanın sonucunu da hatırlatayım:
Günde 4 saatten az oturanlarla karşılaştırıldığında, ölüm oranındaki artış:
Eğer 4-8 saat arasında oturuyorsanız= 1.02
Eğer 8-11 saat arasında oturuyorsanız= 1.15
Eğer 11 saatten fazla oturuyorsanız = 1.40 kat kadar olmaktadır
Önerim
Sürekli oturur durumda olmamak istiyorsanız sizi dürtecek akıllı bir saat alın; çok pahalısına gerek yok, basit bir tanesi bile uzun oturmalarda sizi uyarıyor. Ben bunun faydasını çok gördüm.
Egzersiz yapamıyorum demeyin, tabii ki çoğunluk için zor, ama azımsanmayacak çok sayıda da yapan var (%51’e karşı %23).
Az oturmanın ve egzersizin en iyi ilaçtan bile daha iyi olduğunu unutmayın.
Ülkemizde günde 8 saatten çok oturanların sayısı Amerika’nın 1,5 katıdır, bu konuda da önlemlerin alınması halk sağlığı için elzemdir.
Mesela bu sabah 08.00’deki ilk hastam ishaldi. Hemen her gün mutlaka ishali olan bir hastam bana muayeneye geliyor ve şaşırmış şekilde ben bunu nasıl kaptım diye soruyor. Tabii ki yediğimiz ve içtiklerimizden kaynaklanıyor ishal çoğu zaman.
İyi tarafından bakın diyorum hastalara, bedavaya detoks yaptırdınız; yüzyılın başında Dr. Kelloggs’un kliniğinde, her hastalığa deva olarak lavman yaptıklarını hatırlatıyorum. Bu sözleri hastaları bir parça rahatlatmak için söylüyorum, çünkü hastalıkların tedavisinde pozitif olmak her zaman iyidir diye düşünüyorum.
Geniş manada ishalden bahsetmeyeceğim ama tarihi olarak bir hekimden özellikle bahsetmekte fayda var: John Snow. Efendim bu o bildiğiniz Game of Thrones karakteri olan Con Sınov değil, zira kendisi dizide kalleş bir pusuda hayatını kaybetmişti. Dr. John Snow’un modern epidemiyolojinin kurucusu olmasına neden olan şey 1854’de Londra’da yaşanan ve 616 kişinin ölümüne neden olan ishal salgınını araştırmasıdır. O zamana kadar ishalin hava kirliliğinden veya hava yoluyla olduğu düşünülüyordu.
Dr. Snow harita üzerinde ishal hastalarını işaretleyerek Broad Caddesindeki bir kuyudan su kullananlarda hastalığın olduğunu tespit etti. Bu kuyu foseptik çukuruna 90cm yakın olduğu ve koleralı bir çocuğun alt bezinin bu kuyuyu kontamine ettiğini tespit etmiştir.
Enteresan bir şekilde yerel bir barda çalışanlar bu salgından etkilenmemiştir, bunu nedeni ise bira yapımında eğer mikrobik karışım olursa, bira bozulmaktadır. Bu nedenle de Anadolu topraklarında bulunun vahşi buğdayla birlikte, hem ekmek, hem de bira yapılmış ve bu sayede arayıcı-toplayıcı yaşamdan, yerleşik düzene geçmek mümkün olmuş. Buğday uzun süre saklandığı için insanlar göç etmek zorunda kalmamış, bira sayesinde ise dışkıyla kontamine olmamış sıvı içmiş ve temiz su kaynağı içtiklerinden emin olmuşlar.
Gelelim günümüze, herkes hayatında muhtemelen birden çok ishal atağı geçirecektir, ama bunun kaynağı nedir diye araştırıldığında, çoğunlukla çıkış yeri saptanamamaktadır. Bu nedenle yapay zekânın bir kolu olarak makine öğrenmesi kullanarak Google ve twitter araması yapılmıştır. Makine öğrenmesinde, bilgisayar verinin kendisini analiz ederek ondan çıkarımlar yapmakta ve en az insan etkileşimi ile karar vermektedir. Anlamı, insana ihtiyaç olmadan, neden sonuç ilişkisini hızlı bir şekilde bulmak amacıyla yaratılmış bir sistemdir.
Amerika’da 4 şehirde halk sağlığı bölümü hem rutin incelemelerin yapmışlar, hem de yapay zekânın yönlendirdiği restoranları yerinde incelemişlerdir. Rutin inceleme veya şikâyet temelli incelemeye göre daha fazla riskli restoran yapay zekâ tarafından tespit edilmiştir.
İshaldeki suçlu
En sık gidilen en son restoran %62
Diğer restoranlar %38
Yapay zekâ, her kullanıcıdan veri toplayıp biriktirdiği için suçlu restoranın tespitini daha rahatlıkla yapabilmektedir.
Size Önerilerim
İshalin hangi restorandan geçtiğini tespit etmek bundan sonra daha kolay olacak. Ancak son gidilen restoran suçlu olamayabilir, %38 öncekiler suçludur.
65 yaş üzerindeki erişkinler veya kronik hastalığı olanlar, ben evde oturayım, bu ishal geçer demeyin, bir hekime başvurun, çünkü sizlerde sıvı dengesi çabuk bozulabilir.
Eğer ishaliniz varsa, her büyük abdeste çıktıktan sonra 1 bardak su için.
Her halde bu yazıyı okuyan kadınlar arasında sistit geçirmeyen hemen yok gibidir. Kadın olmanın dezavantajlarından birisi bu enfeksiyonlara yatkınlık, ikincisi de kabızlık. Ama ortalama yaşam süresine bakıldığında kadınlar açık farkla daha fazla yaşıyorlar, bence uzun yaşamaya değer diye düşünüyorum.
Tanım
İdrar yolu enfeksiyonu özellikle kadınları etkileyen bir enfeksiyon hastalığıdır. Her kadın hayatı boyunca 1 veya 2 kez idrar yolu enfeksiyonu geçireceği tahmin edilmektedir.
Şikayetler
İdrar yolu enfeksiyonu olan kadınlarda idrarda yanma, az yapma olabileceği gibi, kitaplarda yazmayan sadece bulantı, sadece ateşle de kendini belli edebilir. Bazen de hipertansiyonu olan kadınlarda ani tansiyon yükselmelerinin altında da idrar yolu enfeksiyonları çıkabilmektedir.
Çalışma
Senede 3 kez sistit geçiren 140 sağlıklı menopoz öncesi ve günde 1.5 litreden az sıvı içen kadın çalışmaya alınmıştır.
2 gruba ayrılan kadınların ilk grubuna ekstradan 1.5 litre sıvı içmesi istenmiştir; ikinci gruba ise ekstra sıvı verilmemiştir.
Sonuçlar
Ekstra sıvı tüketen grupta ortalama 1.7 kez sistit gelişmiş, içmeyen grupta ise 3.3 kez olmuş.
Ekstra sıvı tüketenlerde iki sistit arasında 145 gün geçerken, içmeyen grupta sistit atağı daha kısa sürede olmuştur (84 gün).
Tavsiye
Eğer günlük sıvı tüketiminiz azsa, ekstradan 1.5 litre sıvı tüketin.
Ağustos ayında yorucu bir günün ardından şans eseri aldığım cd’yi cdman’a koyuyorum. Tuz gözlerimi yakıyor, rüzgâr nefes almamı zorlaştıracak fönde esiyor. CD’nin üzerinde “Music for Siesta” yazıyor. Ellerim acıyor, eldiven fayda etmemiş. Sırtıma yediğim bumbanın acısı müzikle birlikte yok oluyor. Müzik çok güzel, bir hayal âlemi gibi.
İsmini çok duyduğum Miles Davis’le resmi olarak tanışmam böyle oluyor. Her geçen yıl da farklı yönlerini görüyor, farklı müzik tarzlarını da dinliyorum. Hele bu kitap, Miles’a karşı fikirlerimi sonsuza dek değiştiriyor. Bu kitabı iki kez okuyorum 1 sene ara ile. Atladığım çok şeyi görmeye başlıyorum. Kendime notlar alıyorum.
-Dinle.
-Hayatımda duyduğum en büyük haz –elbiselerim üstümdeyken- 1944’te St. Louis, Missouri’de Diz ve Bird’ü beraber çalarken dinlediğim andı.
-O müzik içime işlemişti moruk. Müzik kanıma girmişti ve duymak istediğim tek şeydi.
Böyle başlıyor otobiyografisine Miles Davis; son yüzyılın en yaratıcı sanatçısı. Kitabının sonundaki 5 sayfalık diskografisinde 191 albüm sayıyorum. Kitabında, kendini çocukluğundan itibaren sansürsüzce anlatıyor; ilerleme ve gelişme isteyen herkes için bir kılavuz bence. Düşülecek hatalar, çok çalışma, sebat, mutsuzluklar, bir insanın kendine yapabileceğinin maksimumlarında yaşamış bir insanın hayat hikâyesi.
Son yıllarda, özellikle eskrimde kendimi geliştirme arzusu ile fark ettiğim bazı şeyleri gözüme sokuyor kitabında Miles. 9 yaşında özel ders almaya başlıyor ve klasik müzik eğitimini ortaokul öğretmeni Buchanan’dan alıyor. Öğretmeni onda trompette özgün olabilecek bir yetenek görüyor, aynı zamanda o zaman popüler olan vibrato (titreterek) çalmamasını istiyor, nasıl olsa yaşlanınca vibrato yapacaksın diye ekliyor. Babası diş hekimi olan Miles tıp okumak istiyor, ama müzik tutkusu bu isteğini köreltiyor. Zengin bir aileden gelen Miles, 18 yaşında dünyanın en saygın sanat okullarından biri olan Juilliard’a başlıyor, ama esas amacı caz ve onu Dizzie Gillispie ve Charlie “Bird” Parker’dan öğrenmek.
Bunun yanı sıra Miles, kütüphanelerde de çok zaman geçiriyor ve Stravinski, Alban Berg, Prokofyev gibi büyük bestecilerin notalarını inceliyor.
“Bilgi özgürlük, cehalet ise köleliktir; insanların özgürlüğe bu kadar yakın olup ondan yararlanmamaları inanılır gibi değildi.”
Bu noktada hem alaylı müzisyenlere şaşırıyor, hem de müzisyenliği geliştirmenin yolunun müzik teorisini ve geçmiş yapıtları iyi bilmekten geçtiğini savunuyor. Müziğin çoğu zaman doğuştan bir yetenek olmadığını, bir müzik aletini DOĞRU çalmayı birinden öğrenmek gerektiğini ve ancak ondan sonra hissettiğin kadar çalabileceğini iddia ediyor. Bu motifi Koç Wooden’ın öğretisinde de görüyoruz, önce iyi oyuncu ol diyor. Eskrimde gördüğüm, kendimin de düştüğü hata bu diye düşünüyorum, temel çalışmalarda eksiklik. Daha fazla temel yürüyüş, dirsek açma çalışması yapmaya karar veriyorum.
Caz’ın en zor şarkılarından bir tanesi olan “Round Midnight’ı” her çaldıktan sonra, “Nasıldım bu gece Monk (Thelonious Monk))?” diye sorar ve o da büyük ciddiyetle “Doğru çalmadın” dermiş. Bir parçayı gerçekten düzgün çalmak, bir işi gerçekten hakkıyla becerebilmek için sebat ve çalışma gerektiğini öğretiyor bu durum bize, nihayetinde bir gece Monk “Evet, böyle çalınır işte” deyince çok mutlu oluyor Miles. Çok çalışmaya rağmen bir işin olmayıp, olmayıp çok sonra olduğunu hatırlatıyor ve çok çalışmaya inanmamızı bize söylüyor bu durum.
19 yaşında artık Juilliard Okulundan alabileceği her şeyi aldığına inanıyor ve okulu bırakmaya karar verdiğinde babası ona:
“Şu dışarıda öten kuşu duyuyor musun Miles? Bu kuş başka kuşların ötüşlerini taklit eder (mocking bird). Kendine ait bir ötüşü yok. Sen bunu yapma. Başkasını taklit etme, kendin ol. İşin özü bu” diyor.
23 yaşından itibaren ise 6 yıllık bir uyuşturucu bataklığına saplanma süreci yaşıyor Miles. Uyuşturucu kullanımı o dönemdeki sanatçılarda o kadar yaygın ki, çoğu üstün sanatçı bu uğurda erken kaybediliyor.
Hayatındaki türbülans bir dönem için yatışıyor; iyi yemeyi sevdiği için yemek kitapları alıyor, kendini eğitmiş ve müzik aleti çalışır gibi çalışıyor ve Fransız yemeklerinin çoğunu pişirmeye başlıyor.
Ancak 34 yaşındayken babasını kaybediyor Miles. Tren kazası geçiren diş hekimi babasını, beyazlara tahsis edilen ambulans almıyor. Irkçılık, o kadar insanlıktan çıkarmış Amerika’yı. Bu kazadan sonra beyninde kalıcı hasar kalıyor babasında, düz yürüyemez oluyor ve 2 yıl sonra da vefat ediyor.
“Sen bu mektubu okuduktan birkaç gün sonra ölmüş olacağım; kendine iyi bak Miles, gerçekten sevdim seni, beni çok gururlandırdın.“
38 yaşındayken cazın da ölmeye başladığını sezinliyor Miles, aniden mazi oldu diyor ve birdenbire rock and roll medyanın gözbebeği oldu diye devam ediyor. Müziğinin gelecekte nasıl olması gerektiğini görüyor ve o müziği yakalamaya çalışıyor, “değişmek zorundaydım” diyor.
“Alışkın olduğun tarzı hemen kesemezsin; önceleri sesi duyamazsın, sonra aniden ses gelmeye başlar.”
Bütün bunlar da bana ne kadar iyi olursan ol, hayat sürekli bir devinim içinde akmaya devam ediyor, onu yakalamanın şart olduğunu anlatıyor, hem eskrimde, hem de tıpta… En büyük güç değişim ve kim ona karşı gelirse yıkılıyor.
49 yaşından itibaren yine uyuşturucu bağımlılığını da içeren bir düşüşe geçiyor Miles Davis ve 5 yıl boyunca canından çok sevdiği trompetini eline almıyor. Aile ilişkilerini çok kötü yönetiyor, çocuklarıyla ve eş(leriyle) ilişkileri de sancılı. Bütün bunların üzerine uyuşturucu bağımlılığı, onun getirdiği psikozlar, halüsinasyonlar, orak hücreli anemi de binince iş içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Bu dönemden çıkması 5 yılına mal oluyor.
Beyazların, siyahlara bakışı da onu ifrit ediyor. Beyaz Saray’da Ronald Regan’ın verdiği partiye katılıyor ve orada bir siyasetçi caz hakkında abuk sabuk laflar atınca cevap veriyor. Akabinde siyasetçi karşı saldırıya geçip “Sen yaşamında çok önemli sayılabilecek ne yaptın?” diye soruyor.
-“Beş-altı kez müziğimi değiştirdim. Ya sen, beyaz olmak dışında ne yaptın?”.
Miles, dünya çapında bir sanatçı olsa da müzikle ilgili temel aldığı zamanlamadır. Eskrimde de bu son derece önemli olduğunu ve bu konuda çalışmam gerektiğini hissediyorum. “Çaldığın her şeyi ritmik çalmak zorundasın. Ritim saymak için de iki vuruş arasında bir vuruş sayılabilir diyor “bum, bum, şi-bum, şi-bum; bumların arasındaki şi’ler iki vuruş arasındaki vuruştur diye tüyo veriyor.
1991 yılında 65 yaşında zatüre ve beyin kanaması nedeniyle hayata veda ediyor bu büyük sanatçı. Bizlere de bu kitabı okumak, müziğini dinlemek kalıyor…
“Müzik düşünerek yatıyorum, uyandığımda ilk düşüncem yine müzik”
Besin kalitesinin önemini gün geçtikçe daha iyi anlıyoruz. Her ne kadar kızım Defne özellikle tavuk konusunda isyan etse de (organik tavuğu sert ve lezzetsiz buluyor), şu anda evimize süt/süt ürünlerinde ve tavukta organik dışında bir mamül sokmuyoruz.
Bunu hastalarıma önerdiğimde, onlar da bana ya Çatalca’dan güğümle organik süt aldıklarını söylüyor, ya da organik sertifikasının ne kadar güvenilir olduğunu soruyorlar.
Unutulmaz anlardan birisi, dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral’ın Karadeniz’de yetişen çayların radyasyondan etkilenmediğini ispat etmek için kameraların karşısında çay içmesi.
Fındıklar ise, muhtemelen nutella tarafından radyasyonlu olduğu için alınmadı; o sene okulda bedava dağıtılan fındıktan çok yediğimizi hatırlıyorum. Tabii bu facia 32 yıl önce oldu, Cahit Aral kalp yetersizliğinden vefat edeli de 7 yıl geçti. Derken, Türkiye ilerledi ve gelişti, dolayısıyla organik sertifikasına güvenmeliyiz diye düşünüyorum.
Gelelim çalışmamıza… 2009-2016 tarihleri arasında Fransa’da yapılan bu çalışmaya 68.946 kişi katılmış ve anket sorularına internet üzerinden yanıtlamışlar. Çalışmaya daha çok kadınlar (%78) ilgi göstermiş.
Takip esnasında 1340 kişide kanser gelişmiş; bunların da
459’u meme kanseri
180’i prostat kanseri
135’i cilt kanseri
99’i kalınbarsak kanseri
47’si Non-hodkin lenfoma
15’i de diğer lenfomalar olduğu tespit edilmiş
Organik yiyecek tüketenlerde kanser riski menapoz sonrası gelişen meme kanseri riskini ve non-hodgkin lenfoma riskini azalttığı tespit edilmiştir. Diğer kanser türlerinde herhangi bir azalma gözlenmemiştir.
Eve Gidecek Sonuç
Bulmacanın tek parçası organik yiyecek değil, ancak sağlıklı ve kaliteli beslenme de son derece önemli. Üretim süresince kontroller yapıldığı için organik tarımın ve üretimin teşvik edilmesi kanaatimce toplum sağlığı açısından faydalı olacaktır. Organik tarım arttıkça da fiyatlar California’da olduğu gibi organik olmayan tarımla eşitlenecektir.
Julia Baudry, et al. “Association of Frequency of Organic Food Consumption With Cancer Risk Findings From the NutriNet-Santé Prospective Cohort Study”. JAMA Intern Med. Published online October 22, 2018. doi:10.1001/jamainternmed.2018.4357
Mikdat Kadıoğlu Hocamızı (@Mikdatca) ilgiyle takip ediyorum; zaman zaman bizlerle paylaştığı ev içi hava kalitesi ölçen cihazının verilerinden, evlerimizin hava kalitesinin pek de parlak olmadığını görüyoruz. Her sabah evden çıkarken plume isimli ücretsiz uygulamadan hem güzel şehrimizin hava kalitesine bakıyorum, hem de dünyadaki diğer şehirlere. Mesela Norveç Bergen genellikle tertemiz hava solurken, Yeni Delhi, Pekin zehir soluyor. Çin’in durumu vahim ötesi; Mars’da yaşama hazırlık yapıyorlar gibi duruyor; aşırı ilerleme, aşırı ucuz üretim sevdası aşırı yıkıma neden oluyor. Tabii ki havadaki zerreciklerin hepsi insan kaynaklı değil, en fazla kısmını okyanuslardan gelen deniz suyu spreyi oluşturuyor, fakat bizlerin yarattığı kirlilik de azımsanmayacak kadar çok.
Hava kirliliği çok basit bir sağlık problemi değil; örneğin sağlığınıza dikkat etmek için bindiğiniz bisiklet de hava kirliliğine maruziyeti arttırıp, ölüm riskini arttırabiliyor. Bunun dışında özellikle hafta sonlarının geçtiği AVM’ler, çalıştığımız kurumların hava kalitesi de bence çok parlak değil. Akdeniz Üniversitesinde yapılan bir çalışmada eski klima sistemi ile yeni klima sistemin karşılaştırılmasında, yenisinde partikül oranı 4’de bir azaldığı gözlenmiş. Yani kurumlardaki iklimlendirme sistemlerinin de belirli aralıklarla bakımı veya yenilenmesi de gerekiyor.
Hava kirliliği, enteresan bir şekilde sadece solunum yollarını etkilemiyor, tansiyon ve şeker üzerine de kötü etkileri var. Hatta beyne kadar sızabiliyor.
Bugün sizlerle paylaşacağım çalışma Amerika’da yapılmış ve düşük gelir grubu için yapılan sitedeki insanların evlerine küçük, portatif hava filtreleme cihazı konulmuş. Site Detroit şehrinde bulunmakta ve 100 metre ötesinde günde 21.900 araç geçen bir yol ve 800 metre ötesinde 133.000 araç geçen başka bir yol var. Çalışmaya alınan grupta sigara içilmiyor.
İlk grubun evine konulan cihaz herhangi bir filtreleme yapmıyor, ikinci gruba konulan düşük verimli HEPA filtreleme 2.0 μm çapındaki parçacıkların %99.0’ını filtrelerken, yüksek verimli gerçek HEPA filtresi daha da küçük (0.3 μm) çaplı parçacıkların %99.97’sini filtreliyor. Genel sağlık açısında 2.5 μm düşük parçacıklar akciğerin derin dokularına (alveollere) kadar ulaşabiliyor, daha büyük parçacıklar burun ve boğaz tarafından filtrelenebiliyor.
Kişisel PM2.5 maruziyeti
Filtreleme yapmayan cihazla ortalama 15.5 μg/m3
Düşük verimli HEPA filtreme ile 10.9 μg/m3
Yüksek verimli HEPA filtreleme ile 7.4 μg/m3
Tansiyonda Düşme
Düşük verimli HEPA filtreme ile 3.4 mmHg
Yüksek verimli HEPA filtreleme ile 2.9 mmHg
Eve Gidecek Sonuç
1800’lü yıllarda yaşamış Kızılderili Şef Oturan Boğa’nın sözünü anımsayalım: “Bizim annemizin, toprağın, kendilerinin olduğunu söylüyor, komşularını çitler yaparak kendilerinden uzaklaştırıyorlar; toprağı binalarıyla ve diğer süprüntüleriyle çirkinleştiriyorlar. Bu ulus, baharda yatağından taşarak, yoluna çıkan her şeyi yok eden bir ırmağa benziyor.”
Sonumuz Darth Vader’a benziyor, filtresiz nefes alamayacak bir geleceğe hızla yaklaşıyoruz.
Masako Morishita, et al. “Effect of Portable Air Filtration Systems on Personal Exposure to Fine Particulate Matter and Blood Pressure Among Residents in a Low-Income Senior Facility A Randomized Clinical Trial”. JAMA Intern Med. doi:10.1001/jamainternmed.2018.3308
Çocukluk çağında gelişen obezite çok ciddi bir problem. Obezitenin zararlarını sigaranın zararlarına benzetirsek, sorunun çözümü açısından da bir adım atabiliriz. Mesela 12 yaşında bir çocuğun elinde sigara görsek irkiliriz, ama obez çocuklar bizlere sevimli gelmesi yine bu sorunun çözümü açısından bir handikap teşkil ediyor. Tabii, bir de sosyal belleğimizde ikinci dünya savaşı sırasında ekmeğin karneyle dağıtıldığı, yani kaloriye erişimin kısıtlı olduğu, yağ rezervi olanların bu nedenle hayatta kalma şansının daha fazla olduğu bir dönem var. Fakat çağ değişti, açlık çoğu yerde kalmadı, ama bunun yerini çöp yiyecekler aldı. Bir an önce büyüsün diye tavuklara ne veriyorlarsa, muhtemelen bizlere de onu veriyorlar. Paketli yiyeceklerin içeriğini gözden geçirin, hepsinin içinde palm yağı veya palm yağı yazmamak için de hurma yağı, nebati yağ, bitkisel yağ diye yazıları göreceksiniz. Şeker yerini früktoz şurubuna bırakmış durumda. Peynir ise normalde sütten üretilmesi gerekirken, artık kimyasal malzemelerden tazecik üretiliyor. 10 litre sütten 1 kilogram peynir elde edebildiğinizi düşünürsek, ucuz üretim için “miş” gibi olması yeterli değil mi?
Çoklu mahrumiyet indeksi, aşağıdaki maddelere bakılarak hesaplanır:
Gelir mahrumiyeti
İş mahrumiyeti
Eğitim, öğretim ve vasıf mahrumiyeti
Sağlık mahrumiyeti ve engellilik
Suç
Barınma ve hizmette engeller
Yaşanan çevre mahrumiyeti
İngiltere’de yapılan çalışmada mahrumiyet ile çocukluk çağı obezitesi arasında güçlü bir ilişki tespit edilmiştir. En mahrum alanlardaki çocuklar 2 kat daha fazla obezdir (%12,7’ye karşı %5.7). Ciddi obezite ise en mahrum bölgelerde yaşayan çocuklarda 3 kat daha fazladır (%3.8’e karşı %1).
2006 yılından 2018 yılına gelindiğinde bu ara %1.6 artmıştır, çünkü en az mahrumiyet yaşayan çocuklarda obezite azalmıştır. 11 yaşa gelen 3 çocuktan bir tanesi kilolu veya obezdir.
Özellikle mahrumiyet bölgelerinde fast-food satan restoran sayısının da daha fazla olduğu tespit edilmiş ve çocukların okula giderken çöp yiyeceklerle beslendikleri, sağlıklı olan taze meyve ve sebzeye erişimlerinin sınırlı olduğu gözlemlenmiştir.
Ülkemizde Durum Nedir?
Sağlık Bakanlığı tarafından yapılan ‘Çocukluk Çağı Obezite Araştırması (COSI-TR) Ön Sonuçları’na göre, Türkiye’de her beş çocuktan birisi şişman ve obezite yetişkinlerde olduğu gibi çocuklarda önemli bir sorun haline gelmiş durumda. Ön sonuçları açıklanan araştırma, ülke çapında 216 ilköğretim okulundan 2 bin 541 kız ve 2 bin 560 erkek olmak üzere, toplam 5 bin 740 öğrenci üzerinde gerçekleştirildi. Araştırmaya göre, erkek ve kızların toplam Beden Kitle İndeksi hesaplamalarında yüzde 75,5’inin normal, yüzde 14,2’sinin hafif şişman ve yüzde 8,3’ünün şişman olduğu tespit edildi. Bu verilere göre, Türkiye’de çocukların yüzde 22,5’i yani 5 çocuktan biri şişman olarak tanımlandı.
Bölgelere göre şişmanlık dağılımı da farklılaşmaktadır. Şişmanlığın en yüksek olduğu bölge Doğu Karadeniz Bölgesi (%41,3), İstanbul (%28,3), Ege Bölgesi (%26,3) ve Akdeniz Bölgesidir (%25).
Eve Gidecek Sonuç
Çocuklarımızın sağlığı için onları sağlıklı besinlerle besleyelim, endüstriyel gıdalardan uzak durmalarını sağlayalım. Ayrıca sosyal sorumluluk projesi olarak mahrumiyet bölgelerine sağlıklı beslenme aşevleri açılabilir, bu konuda proje geliştirmek şarttır.
Uzun yıllardır çok fazla bahsedilen, sanki bir kısım bilim insanının da abarttığı zannedilen iklim değişiklikleriyle karşı karşıyayız. Tabiat ana, insanın ona yaptıklarını unutmuyor ve öylesine güçlü bir şekilde cevap veriyor ki, insanın feleği şaşıyor. Küçük mavi gezegenimizin en zararlı canlısı ne yazık ki insan. Ağaçları yok ettikçe, betonu arttırdıkça da meteorolojik afetlerin sayısı da artarak devam ediyor. Eskiden coğrafyamızda duymaya alışkın olmadığımız medicane gibi tropik kasırgalar, dünyanın çeşitli okyanuslarında gelişen kategori 5 harikanlar (hurricane) artık takip ettiğimiz haberler arasına girdi.
Meteorolojik olaylar bu kadar güçlü olunca, oluşturduğu hasarlar hem maddi, hem de manevi oluyor. Bugün bahsedeceğim bu çalışma iklim değişikliklerinin akıl sağlığına olan etkilerini araştırmış. Araştırma, 2002 ile 2012 yılları arasında tesadüfen seçilen 2 milyon Amerika vatandaşının verileri kullanılarak yapılmış.
Sonuçlar
Ortalama en yüksek sıcaklık 30°C üzerine çıktığında akıl sağlığı sıkıntılarını 25-30°C ortalamaya göre %0.5, 10-15°C ortalamaya göre %1 arttırıyor.
5 yıllık 1°C artış ise akıl sağlığında bozulma olasılığını %2 arttırıyor.
2005 yılında oluşan Katrina Harikanı, 1836 kişinin kaybına ve suların sahilden içeri 19km ilerlemesine neden olmuştur. Bu harikanın maddi zararının 135 milyar dolar olduğu ve bu zararın da kısmen sel engelleyici düzeneklerin hatalı mühendislik nedeniyle oluştuğu iddia edilmiştir. Filhakika, New Orleans bölgesi harikandan sonra da uzun bir süre kendisinin toparlayamadığı, bölgeden yaklaşık 1 milyon kişinin göç ettiği, nüfusun yarı yarıya azaldığı, sigorta şirketlerinin bölgede sigorta yapmadıkları da gözlenmiştir. Bunun sonucu olarak da akıl sağlında %4 kötüleşme tespit edilmiştir.
Ayda 25 günden fazla yağış olduğunda ise akıl sağlığında bozulmanın %2 olduğu da tespit edilmiş.
Sıcaklık artışının akıl sağlığına kötü etkileri kadınlarda ve düşük gelir sahibi insanlarda daha belirgin olduğu da ayrıca gözlenmiş.
Yaz ve ilkbahardaki sıcaklık artışı, sonbahar ve kıştaki artışla kıyaslandığında daha zararlı olduğu gözlenmiş.
Eve Gidecek Sonuç
İklim değişikliği her yönüyle bizi etkiliyor ve etki şiddeti artarak devam edecek, bu konuda hepimizin daha duyarlı olması gerekiyor.
Nick Obradovich, et al. “Empirical evidence of mental health risks posed by climate change”. PNAS published ahead of print October 8, 2018 https://doi.org/10.1073/pnas.1801528115
Öğrenci olarak Norveç’e gittiğimde, ortopedi kliniğinin yaş ortalaması 90 civarındaydı; o zaman bizim Cerrahpaşa geriatride (yaşlı bilimi) yatanların yaş ortalamasının 2 katı olabilir diye düşünüyordum. 1992’de Cerrahpaşa’ya girdiğimde Türkiye nüfusu 50 milyonken, şimdi 80 milyonu aşmış durumda. Aynı zamanda ortalama yaş da arttıkça, Alzheimerı olan hastaların da sayısı ciddi şekilde artıyor. Hele Bakırköy gibi, Türkiye’nin de üstünde yaş ortalaması olan bir coğrafyada yaşıyorsanız, illa ki çevrenizde Alzheimer hastasında bakan bir yakınınız olmaması mümkün değildir.
Beta amyloid, beynin metabolik atık ürünü ve beyinde temizlenmesi de çoğunlukla uyku sırasında oluyor. Beta amyloid, Alzheimer hastalarının beyinlerinde oluşan plakların ana bileşenidir ve artmış beta-amyloid yükü de Alzheimer hastalığı riskini arttırıyor.
Uykunun kalitesini bozan çok etken var; özellikle bizim meslekteki gibi nöbet tutuyorsanız zaten uyumuyorsunuz demek. Ancak bunun yanında ekran bağımlılığınız varsa, sosyal medyada bir şeyleri kaçırmak istemiyorsanız, gecenin 3’ünde mavi ışık yüzünüzü solduracaktır. Bir de kedi durumu var ki, akla zarar; sabahın 4’ünde sizi uyandırmak için patilerinden geleni artlarına koymayan o şirin minnoşlar, insanı delirtebilmektedir.
Bugün bahsedeceğim çalışmaya 22 erişkin alınmış ve yaklaşık 31 saat boyunca uyumaları engellenmiş. Öncesinde ve sonrasında yapılan PET çalışmalarında uykudan yoksun bırakılan insanların beyninde beta-amyloid miktarını arttırdığı gözlenmiştir.
Sonuç
Kaliteli bir uykunun çok önemli olduğunu biliyorduk, bu çalışmayla Alzheimer hastalığı açısından da risk teşkil ettiğini anladık. Adile Naşit’li uykudan önce programlarını güncelleyip tekrar gösterime sunmak gerekiyor.
Ehsan Shokri-Kojoria, et al. “β-Amyloid accumulation in the human brain after one night of sleep deprivation”. PNAS April 24, 2018 115 (17) 4483-4488; published ahead of print April 9, 2018 https://doi.org/10.1073/pnas.1721694115
İnsana dair ne varsa çok hoşuma gidiyor. Yaşanılan hayatlar, dünyaca ünlü bir rock starıysanız bile çileli olabiliyor. Hiçbir zaman Bruce Springsteen hayranı olmadım, ama otobiyografisi beni oldukça etkiledi ve gözüme çarpan kısımları sizlere yazayım istedim.
Springsteen’in hayatı ABD New Jersey’de 1949’da başlıyor, işçi bir babanın, sekreter annenin ilk çocuğu olarak fakir bir muhitte doğuyor. O zamanın geneline baktığınızda, Amerika’daki yaşam standartları günümüzden oldukça kötü. Ama Bruce’un babası ile ilgili ciddi sıkıntıları o zamanki yaşam standartlarından çok daha kötü: baba, evde onun dışındaki tek erkeğe, yani Bruce’a düşmanlık besliyor ve öfke dolu. Bu durum özellikle baba içki içtiğinden daha aşikâr hale geliyor. Ancak anne, baba ve Bruce arasında dengeleyici rol üstleniyor, çoğu zaman da babanın yanında yer alıyor. Bu travmatik yaşam Bruce 50 yaşına geldiğinde babasına paranoid şizofreni tanısı konulunca sona eriyor. Onca yıl psikiyatrik bir hastalığı olan bir insanla yaşamak çok zor, ama ilaçlarla baba normalleşiyor. Gençliğinde çok eğlenceli ve dans etmeyi sevdiği söylenen bir babayı , sürekli yalnız, düşüncelere dalmış, her zaman gergin, hayal kırıklığına uğramış, hiçbir zaman evde olmayan ve hiç dinlenmeyen bir adam olarak yaşayan bir çocuk. Trajik hayatlar şizofreninin tedavisi ile babanın yaşamının son yıllarında yatışıyor. Artık yürüyebileceği yolu kalmamış, Bruce’un hem düşmanı, hem de kahramanının ayaklarına bakıp onunla vedalaşması da kitabın en duygusal anlarından birisini oluşturuyor. Tanı konulmamış ve tedavi edilmemiş bir şizofren babayla yaşam, Bruce da ağır depresyon atakları şeklinde tezahür ediyor; bir nevi post travmatik stres bozukluğu yaşıyor.
Bir Star Olarak Baba Olmak
Turnedeyken kralsındır diyor Springsteen, evdeyken değilsindir. Eşi Patti sayesinde işinden çok çocuklarına zaman ayırmayı öğreniyor. Müziğin veya bir şarkının her zaman onu bekleyeceğini , ama ne yazık ki çocukların o an orada olsalar da bir süre sonra gideceklerini anlıyor.
Evde çocuklar babalarının büyük bir rock star olduğunu bilmeden yetişiyorlar, ta ki çocuklardan bir tanesinin favori grubu “Against Me!”nin konserine birlikte gidince, bas gitaristin kolunda Bruce’un resminin dövmesini görünceye kadar… O an Bruce kendinin oradaki en havalı baba gibi hissediyor.
Kendine Göre Sesinin Kalitesi
Bruce kendini ve güçlerini çok iyi tartan birisi: sesinin iyi bir ses olmadığını, çok güzel tonlar ve incelik içermediğini ve dinleyiciyi hiçbir zaman daha derinlere götüremeyeceğini biliyor. Sahnede olabilmek ve iletişim kurabilmek için bütün yeteneklerimi kullanmam gerekir diyor ve satın aldığınız şeyi size satabilmem için yazmam, düzenlemem, çalmam, gösteri yapmam ve evet, elimden geldiği kadar iyi şarkı söylemem gerekir diye devam ediyor.
İşinde iyi değil çok iyi olmak isteği ile çok çalışıyor ve sonunda istediği noktaya ulaşıyor.
Müzik grubunda hiç kimsenin asla “miş gibi” yapmasına müsaade etmiyor, bu yüzden ona patron lakabı takılıyor.
Bruce Springsteen’i yakından tanımak istiyorsanız mutlaka kitabını okuyun.
Bu hafta sonu Konya’ya gitmek için havaalananında beklerken ne yesem diye düşündüm: çeşit çok, ama ne kadarı sağlıklı, bunu kestirmek çok zor. Bilimsel çalışmaların ışığında en makul çözüm klorofile geçmek, yani bitkiler gibi kendi besinimizi su ve güneşle kendimiz üretmek, ancak deri rengimizin Hulk gibi olmasını ne kadar tolere edebiliriz ki? Bir yandan aç olup, bir yandan da seçim yapmak oldukça sancılı; hamburger yesem geçen Avrupa’yı vuran at eti skandalı aklıma geliyor, keza akabinde TSK’ya satılan etlerin de bir kısmının at eti olduğu ortaya çıkmıştı. Hoş Kazakistan’da en fazla tüketilen et cinsinin at eti olduğunu bilmek de insanın içini rahatlatmıyor. Belki bilim insanları bir sonraki çalışmalarını at etinin insan vücuduna etkilerini araştırmak üzerine yaparlar, en azından eğrisi doğrusu öğreniriz (ne de olsa şöyle veya böyle at eti yiyeceğiz). Yandaki pizzacıya gözüm takıldığında yine Hürriyet gazetesinde çıkan bir haber pizza dünyasının maliyetleri azaltmak için sosis, sucuk ve salamı tavuktan yaptığını ortaya çıkardı. Tavuğa karşı değilim ama Mutant Ninja Kaplumbağalar gibi bir ucubeye karşıyım, kaloriferin üzerine yaklaştırsanız pişen bir etten bahsediyoruz. Bu arada beni okuyan aramızda mutantlar varsa onları tenzih ederim, varlıklarına karşı değilim, sadece besin olarak tüketilmesinden hoşlanmadım J . Sonuçta, bir dilim gdo’lu un, hurma yağı (palm yağı dememek için), früktoz şurup ile yapılmış ve lezzetlendirmek için de umami (monosodyum glutamat)eklenmiş sebzeli pizza alıp huşu içinde uçağa geçtim.
Süt ürünlerinin insan sağlığına faydaları genel kanı, ancak İsveç’te 103.256 kişi üzerinde yapılan bir çalışmada günde ikiden fazla süt /ürünü tüketenlerde ölüm riskinin %32 artmış olduğunun tespiti ile kısmen yıkılmıştı, ancak yeni verilere de ihtiyacımız vardı. Şimdi isterseniz bugünkü çalışmaya bir göz atalım.
Türkiye de dâhil 21 ülkeden 136,384 kişinin araştırıldığı bu çalışmada süt/ürünlerinin ölüm riskini arttırıp arttırmadığı araştırılmış.
Sonuçlar
2 porsiyondan fazla süt ve süt ürünü (süt, peynir, yoğurt, yağ) tüketenlerde kalp damar sistemine bağlı ölüm riski %16 azalmaktadır.
1 porsiyondan fazla süt tüketenlerde ölüm riski %10 azalmaktadır
1 porsiyondan fazla yoğurt tüketenlerde ölüm riski %14 azalmaktadır
Mahshid Dehghan, et al. “Association of dairy intake with cardiovascular disease and mortality in 21 countries from five continents (PURE): a prospective cohort study”. Lancet September 11, 2018 http://dx.doi.org/10.1016/ S0140-6736(18)31812-9.
Koç John Wooden’ı bu kadar geç keşfetmiş olduğuma hayıflanıyorum; bu yüzden de sizlerle bu asırlık çınarı tanıştırmak istedim. Kendisi hem bir basketbol koçu, İngilizce öğretmeni daha da önemlisi de özellikle gençlere yol göstermiş, akıl hocalığı yapmış bir mentor (yönder). Hem bir sporcu kız babası ve hem de insanların hayatına dokunan bir hekim olarak okuduğum bu kitap beni oldukça etkiledi. Bu kitaptan aldığım bazı bölümleri sizlerle paylaşmak istedim.
Kahraman Kimdir? Mentor Kimdir?
Kahraman, bir anlamda putlaştırdığınız biriyken, mentor saygı duyduğunuz kişidir.
Mentorlar yeni bir insan yaratmakla ilgilenmezler; yalnızca bir insanın daha iyi birisine dönüşmesine yardımcı olmak isterler.
Sonuç olarak mentorlar, temelde öğretmekle ilgilidirler ve bir öğretmen de bize ilham veren kişidir.
Bu noktada kendi hayatıma baktığımda birbirinden değerli mentorlarımın olması nedeniyle ne kadar şanslı olduğumu anlıyorum. Koç Wooden’ın dediği gibi herkesin mentora ihtiyacı var; ancak bu noktada en önemli husus, mentorun her dediğine biat etmemek, kendi mantığımızın süzgecinden geçirip kendi doğrumuzu bulmamızdır. Benzer şekilde bir hastayla ilgilenirken, diğer yaptığımız branşlardan konsültasyonları birebir uygulamak zorunda olmadığımızdır ve aklımıza yatmayanlarda başka bir çözüm arayışı içine de girmek gerekliliğidir.
Koç Wooden’ın bilgiyi paylaşmak, herkesten bir şeyler öğrenmek ve herkese bir şeyler öğretmek isteğine canı gönülden katılıyorum. Koç Wooden’ın babasının ilkokul mezuniyet hediyesi için verdiği 7 nasihat ise:
Kendine karşı dürüst ol
Her günün bir başyapıt olsun
Başkalarına yardım et
Güzel kitapları su gibi iç
Dostluğu sanata çevir
Yağmurlu günle için barınağını hazır tut
Tanrı’nın sana yol göstermesi için dua et ve her gün için şükranlarını sun
Normalde ilaçların marka isimleri bilimsel yazılarda kullanılmaz, ama bu durumun istisnai örnekleri de yok değil. 2400 yıldır kullanılan ve söğüt ağacından elde edilen asetil salisilik asit, namı diğer aspirin bu ilaçlardan birisidir. Dünyada en fazla kullanılan ilaçlardan bir tanesi olan aspirin yılda 44bin ton üretildiği tahmin edilmektedir.
Her derde deva olmasa da ağrı kesici, ateş düşürücü özelliği bir dönem çok kullanılmış, ancak son dönemlerde trombositler üzerindeki etkisi nedeniyle günlük lisana KÖR-ASPİRİN, KAN CIVITICISI olarak aksetmiş, damarlarda trombositlerin küme yapıp, damarı tıkamasına engel olması nedeniyle de yaygın kullanılan bir ilaçtır. Aynı zamanda kalın barsak kanseri riskini de azalttığı bilinmektedir.
Bu yazı vesilesiyle, aspirinle ilgili bilgilerimi tazelerken daha önce hiç bilmediğim bir uyarıyı da paylaşayım: aspirini yavaş yıktığı için aspirin kedilerde toksikmiş ve kullanılmamalıymış. Yani, minnoşunuzu kalp damar hastalıklarından koruyayım diye mamasına aspirin koyarsanız, minnoşunuz hızlı bir şekilde ebediyete intikal edebilir, aman dikkat.
Bugün sizlerle paylaşacağım çalışma, bu konuda yapılan çalışmaların bireysel hasta verileri kullanılarak yapılmış ve düşük doz aspirin (≤100 mg), yüksek doz aspirin (300–325 mg veya ≥500 mg) karşılaştırılması kilo ve boya göre yapılmış. Primer korumada 10 çalışma uygun bulunmuş ve 117,279 hastanın verileri değerlendirilmiş.
Sonuçlar
70kg altındaysanız ve kalp damar hastalıklarını önlemek için kullanılması gereken aspirin dozunuz : 75-100mg
70kg üstündeyseniz ve kalp damar hastalıklarını önlemek için kullanılması gereken aspirin dozunuz : 325mgolması daha uygun
Benzer etki kalın barsak kanseri riskinin azaltılmasında da gözlenmiştir.
Ancak aspirin kullanmak istiyorsanız mutlaka hekiminize başvurun.
Peter M Rothwell, et al. “Effects of aspirin on risks of vascular events and cancer according to bodyweight and dose: analysis of individual patient data from randomised trials”. Lancet 2018; 392: 387–99
Bariatrik cerrahi veya kilo verdirici cerrahi, özellikle son dönemlerde çeşitli sanatçıların basına yansıyan görüntülerinden sonra son derece merak edilir ve nihayetinde de halkımız tarafından uygulanır oldu. Tıpta bir tedavi uygularken mutlaka kar-zarar hesabı yaparız. Kullanılan en basit bir alerji ilacı dahi ölümcül yan etkilere neden olabilir; dolayısıyla biz hekimler ön görülebilir riskleri saptamak için en son yayınları da takip ederiz. Sağlık yönetiminin tek karar alıcısı tabii ki hekimler değildir, kişinin kendi sağlığı hakkında bilgi sahibi olması ve karar verme sürecinde doğrudan yetkili olduğunu bilmesi iyidir. Nihayetinde Lenin’in dediği gibi “güvenmek iyidir, kontrol etmek ise ondan daha iyidir.” Bu blogun başyazarı ve tek yazarı olarak da naçizane gayem, en son okuduklarımı sizinle paylaşmak ve sağlık okur yazarlığınızı arttırmaktır.
İsterseniz bariatrik kelimesinin kökeninden bahsedelim, sonra konuya devam edelim. Baros, Yunanca ağrılık demek, yanına iatrik eki konulunca ağırlıkla uğraşan bilim dalı oluyor. Kilo fazlalığının kalp damar hastalıklarına yakınlaştırıcı etkilerini son dönemde artan miktarda duymuşsunuzdur, çünkü maalesef ki hızla kilo alıyoruz. Kilo fazlalığı da, aynı sigara kadar bedenimize zarar veriyor. Kilolardan kurtulmak istiyoruz, ama bunu kısa yolla ve kolayca yapmak istiyoruz. Ancak kısa yoldan kar etmek çiflikbankla sonuçlanabilir mi? Bence kilo vermenin en doğru yolu diyet ve egzersiz, ama bu da meşakkatli bir yol. Bu yol konusunda sonra daha detaylı bir yazı yazarım, ama bu yolda başarısız olanların alternatifi de bariatrik cerrahi girişimler oluyor. Bariatrik cerrahi çoğu hastada (%66) kilo vermede etkili bir yöntem, ama işin sadece sanatçılarda olduğu gibi vitrin kısmı yok. Bugün sizlere 3 çalışmadan bahsedeceğim:
Bariatrik Cerrahi ve İntihar
İsveç Obez Kişiler çalışması
1987- 2001 yılları arasında bariatrik cerrahi yapılan 2010 hastanın 87’si intihar etmiş veya kendine zarar vermiş. Kontrol grubuna göre 1.78 kat artmış oran saptanmış
İskandinav Obezite Cerrahisi kayıtları
20256 gastrik bypass geçiren hastanın 341’i intihar etmiş veya kendine zarar vermişken, cerrahi yapılmayan grupta 84’ü intihar etmiş veya kendine zarar vermiş. Bu artış 3,48 kat olarak hesaplanmış. Hastanın kilo verip vermemesi ise intihar etmesi veya kendisine zarar vermesiyle ilişkisiz bulunmuş.
Bariatrik Cerrahi ve Alkol
Amerika’da yapılan bu çalışmada Roux-en-Y gastrik bypass (RYGB) ve laparoskopik ayarlanabilir gastrik bantlama yapılan hastalar araştırılmış. Çalışmaya 2348 hasta alınmış. Bu hastalar 5 yıl takip edildiklerinde:
Başlangıçta %6 olan alkol kötüye kullanım oranı, gastrik bypass yapılan hastalarda %16’ya çıktığı saptanmış, gastrik bantlama yapılanlarda alkol kötüye kullanımı aynı oranda kalmışken, düzenli alkol tüketimi %8’den %16’ya çıktığı gözlenmiş.
Sonuç
Obeziteyi tek katmanlı bir sorun olarak düşünmemek gerekiyor; kısa yoldan kilonun kaybı, kişinin o kiloya çıkış nedenlerini düzeltmiyor. Kişi oluşan bu boşluğu ya dolduramıyor, ya da başka bir bağımlılığa transfer oluyor.
Wendy C. King, et al. “Alcohol and other substance use after bariatric surgery: prospective evidence from a U.S. multicenter cohort study”. Surg Obes Relat Dis. 2017 Aug;13(8):1392-1402. doi: 10.1016/j.soard.2017.03.021. Epub 2017 Mar 31.