Monthly Archives: Temmuz 2013

Ölmeyi Öğrenen Hücreler -10

-“Kan sayımınız biraz alt sınırda, ancak tedaviye devam edeceğiz. Kemoterapi sonrasında lökositleri yükselten aşı yapabiliriz. Bunun dışında biyokimyasal değerleriniz normal sınırlarda; bunların arasında da en fazla cis-platin nefro-toksisitesini değerlendirmek için üre ve kreatinine bakarız. ”

Kemoterapi olağan ritüelinde başladı. Önce bulantı gidericiler, sonra boş serum, sonra cisplatin, sonra da etken maddesi etoposid olan kemoterapi ilacı. Son ilaç Mayıs Elması bitkisinden elde edilen bir çeşit ilaçtı. Bunları okurken, doğal tedavi yöntemleriyle, doğal olmayan tedavi yöntemleri arasındaki farkları düşünüyordum. Bu dünyada doğal olan her maddeyi çiğ veya değiştirerek kullanmıyor muyduk? Örneğin eti pişiriyor, çilekleri reçel yapıyor, 11kg sütten 1kg kaşar peyniri üretmiyor muyduk? İnternet, kemoterapinin yapıldığı bu alt kattan zorlukla çekmesi, araştırmamdan beni soğutuyordu. Hemen Yavuz’a mesaj çekmek aklıma geldi:

-“Nbr adamım? Alive’n kicking?”

Aradan 15 dakika geçmiş olmasına rağmen herhangi bir cevap gelmemişti. Saat 11’e geliyordu, güneşli bir hava sokakları ısıtıyordu. Her çalıştığım gün, bugün işe gelmemiş olsam neler yapardım diye düşünüp durmuştum. Bir bk yapamazmışım onu anlamıştım. Yılın bu mevsiminin şu dakikalarında arkadaşlarım çoğunlukla işteydiler. Kemo sonrası Çeşme’ye basıp gidip Köşe Kafenin eski köy kahvesinin hemen yanındaki masasına kurulup, etrafınızı nazlı bir şekilde seyrederken sakızlı Türk kahvesi eşliğinde bir bardak sakız likörünü yudumlamanız demek, çoktan nalları dikmiş olduğunuzun göstergesi olabilirdi. Hiç olmazsa Manda batmaz’da olaydım diye düşündüm. Manda batmaz ne mi? Onu da siz bulun yani.

Kemo bittiğinde, artık pek de halim kalmamıştı. Sabahki öforik halim, bir akşamsefasının gecesi gibi kapanmıştı. Sarı renkli borazan şeklinde gösterişli ve de bir o kadar arsız çiçek, sanki maniden depresif hale bir anda geçivermişti. Tam o sırada titreşen telefonun ekranına baktığımda “Yavuz Cep” yazısını görmemle, telefonun sağ üstteki tuşuna bir an için tıklamam bir olmuştu. Artık pek kimseyle konuşmak istemiyordum, artık pek bir insan da görmek istemiyordum. Yaşama enerjim bitmez üzereydi. Ceza ve Müslüm Gürses’in şarkısını açtım, yarım kalan sevgiye, şu emanet gülmeye, yaşamadan ölmeye, itirazım var. Ben hep yenilmeye mahkûm muyum? Ben hep ezilmeye mecbur muyum? İtirazım var bu yalan dolana. Benim şu dertlere ne borcum var ki?

-“Benim derdim kendime paşam” dedim kendi kendime, o dert ise sadece eve gitmek, ne olursa olsun o yatağa yatmaktı. Ne haz, ne de hicazdı, sadece beyaza serilmekti, hırsım yoktu diğerleri gibi.

Ayaklarımı sürüyerek hastaneden dışarı çıktım, arabamı park ettiğim yere yaklaşırken sadece yere bakmaktaydım. Arabamı geçtim mi diye arkama bakarken yumuşak bir şeye gövdem ve sol omzumla çarparak durdum. Yavaş çekimde seslerin pesleşmesi gibi:

-“Aağfeğğder”le başlayıp, çarptığım kişinin Doktor Ayşe olduğunu gördüğümde hızlı bir “siniz” ile bitirdim. Sanki anında şarj olmuştum.

-“Kemodan yeni çıktım da, arabamı arıyordum. Kusura bakma, umarım canın yanmamıştır.”

Ayşe’nin çatılmış olan kaşlarına rağmen kırışamayan alnında botoks mu vardı? Acaba bana çok mu sinirlenmişti diye düşünürken, kaşlarının iç köşeleri birbirlerinden ayrılırken, kuzey kutbunu gösteren kaşlarının tepe noktası dinmişti.

-“Yoksa yine bir köpek tarafından taciz mi edildin Berk?” derken, elmacık kemikleri yukarı kalkmıştı.

Ölmeyi Öğrenen Hücreler -10 için yorumlar kapalı

Filed under ustalık yolu

Ölmeyi Öğrenen Hücreler -9

Pazartesi olduğunda 2. kürün ilk tedavisi başlayacaktı, cis-platin, adından da anlaşılacağı gibi platin ağır metalini içeriyordu. Platinle Türk insanın tanışması, onkologların tanışmasından öncesine dayanır, çünkü Platin Doğan 1956’da ilk bilardo masasını yapmıştır. Ama damarlarıma zerk edilecek platin bilardo kadar keyifli bir şey değildi. Platin, kanser hücrelerine etki ederken ağızda da metalik bir tad bırakması, bende sanki böcekmişim ve ilaçlanıyormuşum hissi uyandırıyor, moralimin bozulmasına neden oluyordu. Geriye kalan kemoları sayıyordum, ama şafak hiç doğmayacakmışçasına uzaktı. Takvimin üzerine attığım çarpılar kafamdaki kalan saç telleri kadardı. Ama her şeye rağmen Ayşe’yi görmek beni heyecanlandırıyordu.

Kendimi neşelendirmek için, hemşire damarıma girerken içimden “Oh beybi” dedim ve üst dudağımı yayıp, alt dudağımı üst dişlerime doğru nefesi çekerek “hıff”ladım. Eğer vücudunu kasmazsan bu iğneler fazla can acıtmıyordu. Eski Türk filmlerinde bu sahnelerde doktor rolünde Nubar Terziyan “Aczimayacak evladim, aczimayacak” der ve bir atı devirecek büyüklükte olan iğnesini çantasından çıkarttırdı. Neyseki tıp ilerlemişti. Bakalım kan tahlili kazı kazanında kemoyu tutturabilecek miydim?

Yanımdaki Meral Hanım, 2’yi, tutturmuş, lökosit düşüklüğünden dolayı erteleme almıştı. Meral Hanım’ın da enteresan bir hikâyesi vardı: geçen sene sezaryenle doğum yapılırken jinekoloğu karın içinde nohut tanesi kadar bir kitleyi tesadüfen görmesi, hayatının akışını bir anda değiştirmişti. Yeni doğan bebeğin telaşı içinde patoloji sonucunu almayı bile unutmuştu, fakat doktoru arayıp bir tür yumurtalık kanseri olduğunu söyleyince dünyası başına yıkılmıştı. Liseden sonra okumamış olması zekâsından veya derslerine az çalışmasından kaynaklanmamıştı, babasının ölümünden sonra başına geçmesi gereken bir fırın vardı. Planlarında ise ikinci çocuktan sonra Açık Öğretim Üniversitesinde İşletme okumak vardı. Fırınında, çalışanlarına karşı hep adil olmayı tercih etmişti, müşterilerini de her zaman el üstünde tutardı. İşin kalitesi ve müşteri memnuniyeti her şeyden önemliydi. Bu mükemmellik isteği, maliyetlerini arttırıp para kaybettirse de uzun vaadede iyi ve dürüstlerin her zaman kazanacağını söyleyen babasını anımsardı. İkinciden sonra üniversite fikri ise, işini genişletme ve zincir kurma hedefinin ön çalışmasıydı. Kanser gıcık bir şekilde bebeğine ayıracağı zamanı ve sütü sekteye uğratmış ve iş hedefine ulaşacağı zamanı geciktirmişti. Bir başka sıkıntı ise kendine güveninin simgesi olduğu düşünülen, kırmızı ve mavinin karışımıyla elde edilen magenta renkli saçlarıydı. Bu rengi kendi iç huzurunu ve ateşli hırsını yansıttığı için özellikle seçmişti. Ne de olsa yükseleni başak olan akrep burcu kadınıydı. Saçları kemoyla döküldüğünde peruk önerisini şiddetle püskürtmüştü. Kanser bile bedenini, ruhunu ve özgürlüğünü tamamen ele geçiremezdi. Bugün sonuncu kemoterapiyi almayı bekliyordu, uzun bir mücadeleden çıkmak üzereydi. Bir hafta ertelemenin olabileceğini de hesap etmişti. Karnındaki bıçak izini parmağıyla izledi, midesinden başlayan kabartı, göbek deliğinin etrafından kıvrılarak aşağı ilerliyordu. Cerrah ne var ne yok toplamıştı karnından; yumurtalıklar, rahim, karın zarı, birkaç bonus lenf bezi. Neyse artık adet sancılarım bitecek, adet öncesi gerginliklerim de azalacak diye kendini avuttu.

-“Berk Kardeş, haftaya burada mısın? Ben şimdi gidiyorum, ama haftaya benim için son kemo olacak. Fırından sana ne getireyim?”

-“Meral, tarçınlı kurabiye istiyorum, ama senin elinden.”

Geçen gün geçirdiğim ateş ve lökosit düşüklüğü, bende erteleme olasılığının yüksek olabileceğini düşündürüyordu.

Ölmeyi Öğrenen Hücreler -9 için yorumlar kapalı

Filed under ustalık yolu

Ölmeyi Öğrenen Hücreler -8

Bu sesi bir yerden tanıyordum, sanki okulu kırmış ve müdür muavinine yakalanmış gibi kalbim hızla çarpmaya başlamıştı. Kaçsam mı dursam mı bilemiyordum, şapkamda görüşümü kapıyordu. Ayağa kalkarak hazır ola geçtim.

-“Doktor Hanım, esas siz burada ne yapıyorsunuz?”

Doktor hanım, kafasını yana çevirerek gözlerindeki yaşı hırkasının koluyla çaktırmadan silmeye çalıştı. Neden beni görünce doktor ağlamaya başlamıştı ki? Hiçbir şeye anlam veremiyordum. Ben kötü bir şey yapmamıştım ki.

-“Duygusal olarak zor zamanlar geçiriyorum. Kusura bakmayın. Adliyeden yeni çıktım ve kendimi burada buldum. Burası hep beni ferahlatır.”

Ayakta dikilmiş, otursam mı gitsem mi diye düşünürken, popomda bir temas hissettim. “Hananı!” nidasıyla kedi gibi arkaya zıpladım. “Abiciğim, köpeğine sahip olacaksın, sen çayını yudumlarken köpeğine bakacaksın.”

Huylanmış bir şekilde doktorun yanına kendimi fırlattım. Bir andan da paranoid bir şekilde hızlıca kafamı çevirip, köpeği kontrol ediyordum. “Sen git kendi sahibinin poposunu kokla, pis sapık golden retriever!” diye söylenip duruyordum.

Kendime geldiğimde Doktor Ayşe’nin gözlerinden yaşlar aktığını gördüm. Bu sefer, ama gülmekten dolayı krize girmişti.

Karnımdan gelen bir kızgınlık kulaklarımın ucundan cızt, bızt elektrik kaçağı yaratıyordu, “ne gülüyorsun, şebek mi var karşında?” dememek için zor tutarken, hal ve tavırlarımın Medrano sirkine yakışır olduğunu farkettim.

-“Puhahaha!” diye vahşice gülmeye başladım, o sırada anırır gibi bir ses de çıkardığım için ikimizin de kahkası şiddetlendi.

-“Ben” diyordum, gülme krizi tekrar tetikleniyordu.

-“Köpek” diyordu, gülme şelalesi tekrar akıyordu. İkimizinde karnına kramplar giriyordu.

-“Vay vay vay, yüzünde güller açmış.”

-“Sabahı kış, öğleni yaz, benim güzel Türkiyem.”

-“Gel bir öp bakalım anneni.”

Annemi öptüğümde üstümdeki karabasan uzaklaşmış olduğunu hissediyordum. Penceremde güller açmıştı sanki.

-“Bizim Ayşe de çok düzgün bir kızmış. Acaba evli midir? Parmağında yüzük görmüş müydün Berk’ciğim?”

Ayşe mi desem, Doktor Ayşe mi desem ikileme düşmüştüm. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi, ex kocası elektrik mühendisiydi, farklı bir dünyası vardı, özgürlüğüne düşkündü. Ayşe için aile demek çocuk sahibi olmakla demekti, ex koca da çocuğun kendi ayağına takılacak pranga olduğuna emindi. Temel fikir ayrılıkları bu yarıktan başlamış, daha derinlere ilerlemişti. Son nokta ise ev için biriktirdikleri para ile yeni bir offroad aracı almak istemesi olmuştu. Offroad aracı çok pahalı olmasa da, takım takım lastikleri, vinci, aracın modifikasyonu dyson elektrikli süpürgesi gibi az olan birikimlerini tüketiyordu. Ayrıca Ayşe, çamurda geçen, çiğnenmemiş patika hayatından da pek hazzetmiyordu. Yaban hayatı sırasını uzun ve yıpratıcı geçen ihtisas nöbetlerinde savuşturmuştu ve şimdi daha konforlu bir hayata geçmiş olmalıydım diye düşünüyordu. Ayrılma kararını kolay vermemişti, günlerce, gecelerce düşünmüş, aralarda da ağlamış, kendini suçlamıştı. Nihayetinde kararını verdiğinde Aytuğ’un tek sorusu “emin misin?” olmuş ve evden sadece Colombia montunu alarak ve bir daha geri dönmemecesine çıkmıştı. Bu beklenmedik durum Ayşe’yi hayal kırıklığına uğratmıştı, hâlbuki onca yılın hatırına ateşli bir kavga çıkacağına adı kadar emindi. Kendini değersizin de değersizi hissetmesi bunlara bağlıydı.

Ölmeyi Öğrenen Hücreler -8 için yorumlar kapalı

Filed under ustalık yolu

Ölmeyi Öğrenen Hücreler -7

Eve gidip yatmaktan başka çarem yoktu. Kafamdaki saçlar avuç avuç dökülmeye de başlamıştı. Evde hapis kalmak da moralimi bozuyordu. Oksijensiz kalmıştım, birşeyler yapmalıydım. En sevdiğim Diesel jeanime atlayıp Adnan Saygun’daki berberime gitmeye karar verdim. Salondan içeri girdiğimde yine şaşkınlıkla karşılandım. Sağıma, soluma baktım, ketçap vesair bir şey yoktu. Berberim Murat beni görünce:

-“Abi sana ne oldu?” diye sorması ile kafamdaki parçalı bulutlu kıvamındaki saçlarımın infial yarattığını anladım.

-“Tüp patladı Murat’ım. Evde biliyorsun benim iguana var. Sen kalk geceleyin mutfakta avlanmak için dolaş, o sırada ayağıyla da ocağın gazını açmış. Ben de su içmeye girince gaz patlayıverdi. Ben önemli değilim de benim iguana da mefta oldu.”

Murat’ın gözleri faltaşı gibi açılmış, “yapma be abim yea” haykırışlarıyla beni dinliyordu.

-“Yok be Murat’ım dalga geçiyorum. Aslında kanser oldum, kemoterapi görüyorum, ondan saçlar gitti” diyince, bu sefer bu duruma “yapma be abim yea” demeye başladı.

Saçlarımı makinede alırken değişiklik yapmak isteyen Murat “abim yapma be yea” demeye devam etti. Tahminimce Berber Murat Guinness rekorlar kitabına girmeyi hakedecek sıklık ve şiddette bu kelimeleri söyleyebiliyordu. Neyseki saç tıraşım fazla sürmemişti.

-“Borcum nedir Murat’ım?”

-“Abim yapma be yea!”

Salonun nemli sıcağından kel bir kafayla dışarı çıktığımda, hayatımda ilk kez kafamın üşüdüğünü hissettim. Yakınlarda Deriden ve Kara Fırın dışında bir şey yoktu. En iyisi şapka bulmak için Akmerkez’e gitmeliydim.

Adnan Saygun Caddesinden Akmerkez’e girdim. Bu giriş tam benim kırmızı canavarım için yapılmış gibidir, dardır, diktir, hızlı inmek yürek ister. Duvarlar nice jeeplerden makas almış, hatta renklerinden kendine sürme de çekmiştir. Baba Michael Caine, Akmerkez o zamanlar olsaydı bu girişi mutlaka “İtalyan İşi” filminde kullanırdı diye düşünürdüm. O film, hem benim yıllar sonra mini almama neden olmuştur, hem de küçük ve ezik gibi görünenlerin birleşince ne güçlü olabilecekleri konusunda bir umut yaratmıştır. Zemin kattaki Adidas’a kendimi attım, LA Lakers’ın şapkasını kafama geçirdim, etiketini pıtlattım. Etiket pıtlatmak zor sanattır, eğer doğru açı ve doğru hızda yapmazsanız parmağınızı acıtabilirsiniz; hatta bir shopaholic’in 2 parmağının bu sevdada koptuğunu bile duymuştum.

Arabaya bindiğimde ilk iş olarak, kafa şapkamı arka koltuğa fırlattım. Acaba nereden çıkacaktım, burada dolaşırken sanki uzay yolunun gemisi USS Enterprise’ın içinde gibi hissediyordum, hiçbir zaman nerede olduğumu bilemiyordum. Yalçınlar fotonun önünden geçip Kortel Korusunun önündeki çılgın virajlı yoldan geçerek Arnavutköy sahiline vurdum. Sola dönmek buradan mümkün değildir, sağa döner, ışıklardan sola kırdınız mı solunuzda benzinlik ilerinizde Bebek kalır. Bebek parkına geldiğim zaman büfenin önündeki otobüs durağının cebine park etmek için şiddetli bir istek duyuyordum ki, aklıma avcı çekicilerin 20 saniye arabaları çektiği enstanteneler geldi. Sağa park tarafına girmek yerine ikinci sokaktan soldaki yokuşa girmeyi tercih ettim. Hafta içi burası arabayı park etmek için cennetti. Yeni aldığım şapkamı kafamı geçirerek parkettiğim yokuştan aşağı indim. “Allah kahretsin” diyerek arabaya geri döndüm. Yolun sağına park etmiştim ama soldaki aynayı kapatmayı unutmuştum. Dar yoldan geçerken ona vururlarsa kesin aynayı kırarlardı, bu ayna da Borusan’ın “de Medici” tamirhanesinde küçük bir servete dönüşebiliyordu.

Lakers şapkası kafama hiç uymamıştı. Daha önce şapka takmıştım, ama kafamın derisi bana çok yeniydi. Şapkayı kafama takınca canım acıyordu, çıkarınca da kelim üşüyordu. O yüzden bir takıp bir çıkartıyordum. Bebek Kahvesine doğru yürüdüm. Buraya her geldiğimde Paris Café de Flore’e geleceğimi hayal etsem de, burası Paris’in altıncı bölgesinden çok daha güzeldir. Önce parkı bastığım her adıma dikkat ederek turladım, sonra kahvenin dışardaki masalarından birisine kendimi attım.

-“Su bardağına bir çay, bir de içi kaşarlı ve domatesli simit alabilir miyim?” dediğimde iştahımın açıldığını da hissediyordum. Kemoterapinin en sıkıntılı taraflarından birisi ağızda tad hissinin değişmesiydi. Saatin kaç olduğunu anlamak için telefonun sağ yukarı tarafındaki tuşa dokundum; telefonu açmayı bile unutmuştum. Güneşe baktım, saat öğleden sonra 2 civarlarında olmalıydı.

-“Berk Bey! Burada ne işiniz var!”

Ölmeyi Öğrenen Hücreler -7 için yorumlar kapalı

Filed under ustalık yolu