Monthly Archives: Ağustos 2013

Ölmeyi Öğrenen Hücreler -16

Kar sabahın ilk saatleri olduğu için donmuştu, aşağı inerken taze hava ciğerlerimi sağlıkla doldurması mutluluk veriyordu. Köroğlu liftiyle yukarı çıkarken kayaklar titreşiyordu. Oradan Resul Dede liftiyle Tepe kafeye çıktık, kayakları kara saplamak donmuş kar nedeniyle zor olmuştu. Kayak kafeleri hem fiziksel sıcak, hem de arkadaşlığın, aile arası bağların pekiştiği yerlerdir. Çocuklar, anne ve babalarına yaşadıkları maceraları anlatırken, yeni öğrenenler sert bir pistten nasıl indiklerini heyecanla anlatırlar. Ortama sinmiş sucuk kokusu, sıcak şarabın tarçın kokusu çok cezbedicidir. Kayak ayakkabıların bağlarını gevşeterek içerde yürümeye başladık. Uzun zamandır bu ayakkabıları giymediğimden ayağın kenarı hafif uyuşmuştu. Kahvelerimizi söyledik, kafede bizden başkası yoktu. Haftasonunun cıvıltısı, hafta içinin ıssız tundrasında kaybolmuştu. Beremi çıkarttım, pencereden dışarı bakmaya başladım, bu pencere hep aynıydı, kar kışın yağmış, yazın erimişti. Pencere hep dışarı bakmıştı, ya ben bu pencere gibi değişmez olmak ister miydim? Neden her kötü şey benim başıma geliyordu? Ellerimle dökülmüş saçlarımın hayalini taradım.

Hayat da kar tanesine benziyor diye düşündüm. Çoğunlukla sevinç doluydu, ama hırçın bir mevsimde kurtların açlıktan kokan nefesiydi, bazen güneşin ışınıyla pırıldamasıydı, bazen de tipi de insanın yüzüne giren binlerce iğneydi, yılbaşı akşamının huzurunda nazenin pamuktu. Kar ilkbaharda eriyip gidiyor ve kışın tekrar özünden dönüşüyordu. Ancak insan kar tanesi değildi, öldüğü zaman küllerinden dirilmiyordu, sadece enerjisi toprağa karışıyordu, fakat yarattığı sevgi ölümsüzlüğe erişiyordu. Kimle aramla sevgi bağı kurdum ve yaşattım diye kendimi sorgulamaya başladım: annemle, babamla, kardeşimle, Yavuz’la, eskiden Elif’le, gelecekteki çocuklarımla?

Gözüm yanmaya başlamıştı, kafe havasız ve bunaltıcı bir hal almıştı. Bir an önce kendimi dışarı atmalıydım.

-“Yavuz, dışarı çıkmam lazım.”

Ölmeyi Öğrenen Hücreler -16 için yorumlar kapalı

Filed under ustalık yolu

Ölmeyi Öğrenen Hücreler -15

Sabah 6 gibi Yavuz gelmişti. Kayakları arabanın içine aldık, ayakkabı çantaları ise bagajda yerini buldu. Günübirlik gittiğimizden dolayı vakit kaybetmemek için salopetlerleydik. Günşe gözlükleri tamamdı, güneş kremi ise şarttı. Eskiden, yani saçlarım varken hiç bere takmazken, şimdi yanıma almıştım.

Sabah trafiğinden önce TEM’deydik, gişelerden geçip, bir volkanın püskürttüğü lav gibi yayılan İstanbul’un betonlarını seyre daldım. İlk bu yolu yaptığımda gişelerden sonra şehir dışına çıkılırken, şimdi şehir sonsuzluğa uzanan bir köprü, yapışkan kötülüğüyle yeşili istila eden, karşı konulamaz bir değişimdi. Soğuk betonları insanlar ısıtabiliyorlar mıydı? Yeni evlerinde, geçmişten bağları olmadan yaşamak onları yalnız hissetirmiyor muydu?

Dilovasına girerken arabanın havalandırmasını iç sirkülâsyona aldık. Burası Yüzüklerin Efendisindeki Mordor’a benziyordu. Barad-dûr’ü hangi fabrikaydı bilmek imkânsızdı. Bu bölgede yaşanlarda kanser riskinin tavan yapması Sauron’un hayali bir karakterden çok insanın kendisi olduğunu gösteriyordu.

Sakarya girişindeki depremde evlerini kaybeden insanların yaşadığı metal ve küçük evlerin yanından geçerken de burdaki insanların şimdi neler hissettiğini düşündüm. Geçmişleri ve sevdiklerinin bir kısmı dakikalar içinde kaybolmuştu; peki gelecekleri nasıl etkilenmişti? Yeni bir başlangıç yapabilmişler miydi? Acılarını sarıp hayat tutunabilmişler miydi? Yaşananlar kader miydi, yoksa tabiatın gücünü hafife alıp, onu uzun yıllar incelememenin, bilmekten çok inanmayı seçen az gelişmişliğe mahkûm olmuşluğun bir netice misiydi?

Sapanca’ya gelince bu yolun hayat yolu olduğu daha net anlaşılıyordu, burada sol yanda Sapanca gölü bütün muhteşemliğiyle parlıyorudu, ilkbahar yağmurlarıyla her yer çiçek açmıştı. Toprak, sarsıntıyla içine aldığında ölüm, korku ve terkedilmişlik kokarken, güneş ve yağmurla ferahlık, üretkenlik ve birliktelik kokuyordu. Dünya kendi içinde herşeyi barındırıyordu, sanki toplamı sıfır olan bir denklemdi.

Kartalkaya’nın yolu harikaydı, zincir takmaya ihtiyaç olmayacaktı, yerler kuruydu. Acaba zirvede kar var mıydı? Pistler açık mıydı? Geçen hafta sonu sıkı kar yağmıştı, ancak mevsim itibarıyle sezonun son günlerindeydik.

Kartal Otelin önüne park ettik. Hava inanılmaz güzeldi, günlük pass biletlerimizi aldıktan sonra, kayaklarımızı taktık. Yaşamak, nefes alabilmek ne güzel bir duyguydu.

Ölmeyi Öğrenen Hücreler -15 için yorumlar kapalı

Filed under ustalık yolu

Ölmeyi Öğrenen Hücreler -14

-“Müdürüm, dağa gidelim yarın. Hala daha sezon açıkmış. Hafta içi de boş olur. ”

-“Yarın işi kıracacağız, öyle mi?”

Bu sene daha hiç kayak yapmaya gitmemiştim. Bu ne utanç verici bir durumdu. İçimin bir anda dağ havasıyla dolduğunu hissettim. Yarını sabırsızlıkla bekliyordum. Umarım lökositler bana bir sürpriz yapmazdı.

Günün kalan saatlerinde işime konsantre olmaya çalışıyordum, ancak kısa sürede yaşadığım sağlık ve sosyal travmalar zihnimde hızlı sahne geçişlerine neden olup beni yoruyordu. Dağın tertemiz havası, karın beyazlığı zihnimi boşaltmamı sağlayacaktı.

Akşam eve geldiğimde ilk işim kayaklarımı çantadan çıkartmak olmuştu. Kayakların altının sıcak vaksa ihtiyacı vardı, ancak buna vakit yoktu. Nemli bir bezle kayakları silmeye başladım. Altta ortada bulunan derin yarığa parmağın takıldığında, Elif aklıma geldi. Bu yarık Elif diz ön-çapraz bağını kopardığı sırada, onu kollarıma alıp aşağı indirirken olmuştu. Sert ve sisli bir havada Elif yanlışlıkla bolkara girmiş, sola doğru giderken kayaklarının önü kara saplanınıp sağ öne hızlıca düşerken dizinde şiddetli bir ağrı hissetmişti. Ağrı eşiği yüksek olmasına rağmen, çıkan ses ve ağrının gücü gözlerindeki yaşları tutamamasına neden olmuştu. Ancak herşeye rağmen acıyla bağırmamıştı, sadece düştüğü yerden kalkamıyordu. Neyseki ben de fazla aşağı ilerlemeden arkama bakınca karlar ve acılar içinde kıvranan Elif’i görüp durmuştum. Kayakları çıkarıp yukarı yürümek bolkardan dolayı imkânsız olduğundan, yan yan yanına varmam bir hayli vaktimi almıştı. Hava kararmak üzereydi ve etrafımızdan geçen kimse yoktu. Bir an nefesim kontrol dışına çıkacak gibi hissetmeye başlamıştım, güneşli havalarda cıvıl cıvıl olan bu yer, şimdi ıssız ve kokutucu bir hal almıştı. Cep telefonuma baktığımda servis olmadığını görünce panik haline geçer gibi oldum. Ancak yardım etmem gereken bir kız arkadaşım vardı. Önce hasarı değerlendirmem gerekiyordu. Sağ diz anormal bir şekilde ileri ve geri oynuyordu, diğer vücut bölgelerinde bir şey yoktu. Soldaki kayağını bağlamasından çıkartmıştım, sağdaki ise düşüş esnasında zaten 20 metre ileriye gitmişti. Elif’in yürümesi veya kayak yapması mümkün değildi. Hava birazdan kararacağı için yardım beklemek de mantıklı olmayacaktı. Bir karar vermeliydim, ya aşağı inip yardım isteyecektim ya da Elif’i kucağımda indirecektim. Neyseki Elif de cesaretli ve gözüpek bir insandı. Yamaca yan bir şekilde kucağıma alıp, kar sapanıyla oteller mevkiine gelmemiz yarım saatimizi almıştı. Yorgunluktan çoktan bitmiş olmalıydım, ama sürekli sabret, başarabilirsin diye düşünmüştüm. Son yamaçta üstü kelleşen bir kayayı görmeme rağmen manevra yapamayında kayağın altında bu derin yarık oluşmuştu.

Benzer bir yarık da kalbimde vardı, Elif’i aramak için şiddetli bir arzu duyuyordum.

-“Ne o öyle? Hasta halinle bir de dağa gidip daha da mı hasta olmayı düşüyorsun Berk Bey?”.

Annemim saçları bir kedinin sırtı gibi kabarmıştı, dağa gidersem orada üşütüp hasta olacağımı düşünüyordu.

-“Evet, yarın sabah Yavuz’la dağa kaçıyoruz. Bir günlük izin aldık işten. Hem ben hasta değilim ki, tedaviyi yarıladım bile.”

Annem, beni çok iyi anlayamıyordu, özgürlüğümün ne kadar kıymetli olduğunu, bunun için neleri feda edebileceğimi idrak edemiyordu.

-“Sen bilirsin ama, ille de gitmem mi lazım? Tedavi bittikten sonra gitsen olmuyor mu?”

-“Gülleri zamanda biçmek lazım, solmuş gülleri kim ne yapsın?

Ölmeyi Öğrenen Hücreler -14 için yorumlar kapalı

Filed under ustalık yolu

Ölmeyi Öğrenen Hücreler -13

Rüyanın içinde olsam bile olayları gerçekmiş gibi yaşıyordum. İzbandut sağ eliyle doğrudan yumruk çıkartırken ben de sol ayağımı ileri sola atıp, sol ön kolumla yumruğunu kestim, sağ kolumu geniş dairesel hareketle yengecin kolunu aşağı süpürerek sağ ayağımı bir adım ileri daha attım. Üçüncü adımımı ilerlettiğimde, arkadaki yengece yaklaşmıştım ve net bir şekilde her iki eliyle tuttuğu sopasını yukarı kaldırırken gördüm. İzbandutun burnuna sağ kolumu aşağıdan yukarı kulaç atarmışçasına vururken, bunun ona yetmeyeceğini düşünerek sol elimle sağ böğrüne yumruk attım. İzbandut yere devrilirken, arkadaki yengeç sopasının en üst seviyeye kaldırmıştı bile. Aramızdaki mesafeden dolayı, sopaya elimle müdahale edemezdim, ancak menzilinden kaçacak bir yerim de kalmamıştı. En iyisi kontratak yapmaktı, yengeç her iki kolunu yukarı kaldırınca alt bölgeleri tamamen savunmasız kalmıştı. Sağ ayağımla sağ yumruğumu birlikte hareket ettirerek sol dizimi yere koydum. Yengecin kasıklarına inen bu yumruk, elinden sopanın düşmesine ve öne doğru eğilmesine neden olmuştu. Kafası benim kafamdan yaklaşık 30 cm yukarıdaydı, her iki kolumu geriye aldım ve yukarı zıpladım. Bu ters kafa atma benim canımı bir hayli yakmıştı, ama zayıf halka olarak düşündüğüm yengeç çok da etkilenmişe benzemiyordu. Dudağındaki kanı sildi ve ileri doğru atıldı, önce sağ sonra sol yumruğunu yukarı kesişlerle bertaraf etsem de bu yengeç sıkı dövüşçüydü ve bunun üzerine hızla sol dizime yandan tekme attı. Acıdan gözümden yaş gelmiş ve sağa doğru kıvrılmak zorunda kalmıştım. Sağ eliyle hızlı bir şekilde yüzüme yumruğuna başlarken, can havliyle sağ kolumla kestim ve devamında sağ elimin tersiyle burnuna vurdum.

İşte bu sırada uyanmıştım. İnsan zihni ne enteresan bir şey diye düşündüm: metaforlar ve sembollerle yaşadıklarını anlamaya mı çalışıyordu, yoksa kendisini önemli hissetmek için mi bu numaralara başvuruyordu, bilmiyordum.

Uykumu almış gibi bir saat kadar odamda dolandıktan sonra tekrar uyumuş olmalıydım. Babamın sesi uzaklardan gelip iyice yakınlaşmıştı. Acaba servis mi geldi diyordu, ama ben bu sabah okula gitmek istemiyorum baba diyecek oldum. İkinci kemonun ikinci gününde olduğumu anımsadım, okul ve servis günleri çok geride kalmıştı. Ömrü dolan lityum-ion pili gibi hissediyordum; ne kadar şarj edilsem de enerjiyle tam dolmuyordum.

Hastaneye vardığımda artık yalnız değildim, annemle simbiyoz içindeydik. Kemoterapi hemşiresiyle kısa bir konuşmadan sonra tedavi başladı. Ben de kulaklıklarımı takıp kendimi dış dünyaya kapadım: “iPhone- DisConnecting People”. Üçüncü, dördüncü ve beşinci günler benzer şekilde geçti.

İkinci kemoterapinin ikinci haftası neyse ki kısaydı ve pek bulantı da yapmıyordu. Salı günü işe gittiğimde meraklı gözler üzerimdeydi. Yüzümün ifadesi sanki değişmiş gibiydi, insanın saçlarının olmamasından çok, kirpikler ve kaşların da azalması hastalıklı bir görüntü veriyordu. Ofis içinde yürürken etrafımda soğuk hava dalgası da yayılıyordu. Bu durum ister istemez canımı sıkıyordu, Einstein’ın sözü aklıma geldi: “Önyargıları yok etmek, atom çekirdeğini parçalamaktan daha zordur.”

Acilen Yavuz’u bulmalıydım. Kendi odama geçmeden Yavuz’un odasına baktım, yoktu. Cepten aradım.

-“Müdür, seninle acilen konuşmamız lazım. Odama gelir misin?”

Saniyeler içinde Yavuz odama gelmişti. Yüzü aceleden solmuş ve endişeli görünüyordu.

-“Ne oldu kardeşim? Her şey yolunda mı?”

Yavuz, ivedilikle onu çağırmamdan dolayı son derece gerilmişti. Galiba vasiyetimi açıklayacağımı zannediyordu.

-“Yavuz’cuğum, sana bazı şeyleri açıklamak istiyorum. İstersen şöyle otur.”

-“Berk, ne oldu? İyi misin? Nedir?” derken Yavuz’un suratı korkudan bembeyaz olmuştu bile.

-“Birazdan söyleyeceklerim biraz canını sıkabilir.”

-“Ee abi, neymiş?”

-“Seninle Call of Duty oynuyorduk, hep ben seni yeniyordum ya. Ben seni hep kekledim, hep teleport hilesiyle seni buluyor ve haklıyordum.”

Yavuz ilk önce onunla dalga geçtiğimi anlayamamıştı, hala ciddi başka şeyler söyleyeceğimi zannediyordu. Küçük bir esten sonra jeton düşmüştü.

-“Sen ne adi adammışsın. Ben de neden sürekli yeniliyorum diye kafayı yiyordum. Seni pis hilekâr, düzenbaz seni.”

Küçük numaram, bizi tekrar yakınlaştırmıştı. Ne ben kendi gözümde uzaylıydım, ne de Yavuz’un gözünde öyleydim.

Ölmeyi Öğrenen Hücreler -13 için yorumlar kapalı

Filed under ustalık yolu

Ölmeyi Öğrenen Hücreler -12

Sabah 2’ye doğru uyandığımda hala gördüğüm karabasının etkisindeydim. Önce üzerimdeki gömleği düğmelerini açmadan üzerimden sıyırdım, yatak çarşafı Pacman’e benzemiş, sanki beni yemeğe çalışıyor gibiydi. Kapı ve pencerenin kapalı olmasından dolayı odanın havası nefes, nem ve kemo karışımıyla koyulaşmıştı.

Rüyamda bir şilepin içindeydim, gökyüzünün rengi turuncuya yakındı, ancak gün doğumu muydu, gün batımı mıydı anlayamıyordum. Şilepin güvertesinden denizi göremiyordum, ama renklerin koyuluğu sanki deniz seviyesinde değil de yüksek rakımlı bir yerde olduğumuzu düşündürüyordu. Acaba Nuh’un gemisinde miydim? Bilinçaltım bana nasıl bir mesaj veriyordu? Ambar kapaklarından içeri baktığımda içerisi geniş bir boşluk gibi duruyordu, cebimden çıkardığım madeni parayı, derinliğinin ne olduğunu anlamak için atmayı düşündüm, ama peşimdeki adamlar mutlaka bu sesi duyardı. Peşimdeki kötü adamlar kimdi bilmiyordum. Bu ne biçim bir rüyaydı, onu da anlayamıyordum.

Kargo gemisi uçsuz bucaksız görünüyordu, güvertenin ortasından yukarı çıkan ters L şeklinde 4 tane vinç vardı. Geminin arka bölümünde bir kale gibi göğe doğru yükselen, tepesinde şahin yuvası görünümünde önü cam olan kaptan köşkünü gördüm. Belli belirsiz olan sürekli bir uğultu, makinaların çalıştığını ve geminin yol aldığını gösteriyordu. Görevim geminin ilerlemesini ve benim sonumu getirmesini engellemekti.

Giriş kapısından içeri girdiğimde makinanın uğultusu artık göğüs kafesimi de titreştirmeye başlamıştı. Makine dairesini bulmalıydım. Önümdeki kenarları yuvarlanmış gemi kapısının üzerinde “U.M.S Halinde Kapalı Tutun”. U.M.S. geminin adı mıydı? Muhtemelen bu kadar büyük geminin kontrolüyle ilgili birşeydi. İçerisi floresan ışıklarıyla aydınlanmış ölü renkli bir yerdi. Bu voleybol sahası büyüklüğündeki alanın ortasındaki boşlukta bulunan ve olduğum seviyeden dik bir merdivenle inilen silindir kafalarını görebiliyordum. Sessizce trabzanlara doğru yaklaşırken saçlarıma sert ve soğuk bir metalin değdiğini hissettim.

-“Senin bedenini ele geçirdik, şimdi de ruhunu ele geçireceğiz.”

Ellerimi havaya kaldırdım ve sol ayağımı ileri bir adım atıp, sağ ayağım ekseninde yavaşça arkama dönmeye başladım. Korkmuş ve titreyen bir sesle:

-“Ben sana ne kötülük ettim?” derken sağ ayağımı sol ayağım yanına koymuş ve kolunda yengeç dövmesi olan saldırganla karşı karşıya kalmıştık. Silahın namlu kısmında 6 harfi içinde lock yazısı, taktik silah Glock’un tehditi olduğumu anlamamı sağlamıştı. Bu silahın polimer yapısı sanılanın aksine metal detektörüne yakalanmasını engellemiyordu, sadece silahın daha hafif olmasını sağlıyordu.

Korkudan ağlarmış gibi yaparak kafamı aşağı eğerken, sol elimle saldırganın silahı tutan sağ elinin bileğini kavrayıp, sağ elimle parmaklarıyla bileği arasındaki bölgeyi tuttum. İşaret parmağımı saldırganın tetik üzerine tuttuğu parmağının üzerine koyup, namluyu yüzüne doğru çevirdim. Bu beklenmedik hareketim saldırganı afallatmıştı, ama bu yeterli değildi. Namluyu biraz daha dışarı alıp işaret parmağına bastırarak, kendine ateş etmesini sağladım. Glock’un güçlü sesi, makine dairesinde yankılanırken, sağ kulağında oluşan barotravma, saldırganın acıdan bayılmasına neden olmuştu. Kurşun ise metal duvardan sekip yukarı gitmişti.

Çıkan sesin diğer yengeçleri uyarması kaçınılmazdı, hızlıca yoluma devam ederek motor kontrol odasına vardım. Sağ tarafta gri renkli elektrik panoloarının üzerinde yeşil ve kırmızı renkli küçük lambalar yanıyordu. Bir kısım panellerde ampermetre, voltmetre gibi ölçüm cihazlarının zarif gösterge iğneleri mevcuttu. Burası aynı zamanda ofis gibi kullanılıyor olmalıydı; yerler orta hattı krem, her iki dış kenarı yeşil vinil kaplıydı. Sol tarafta üzerinde 2 tane bilgisayarın olduğu yaklaşık 7 metrelik bir kontrol paneli vardı. Tam karşıdaki duvarda yan yana duran üç beyaz tahtada “Görev: Sonsuzluk, Güç ve Kaos” yazıyordu. Buradan geminin ilerlemesini kalıcı olarak engellemem mümkün değildi. Başka bir şey bulmam lazımdı.

Bir kat aşağı indiğimde dar bir alanda karşıma yan yana dizilmiş dört tane imbik gördüm. Burada yoğun petrol ve yağ kokusu vardı. Her imbiğin etrafından borular ve vanalar çıkıyordu. Ana jeneratöre giden bu koridorda 2 tane yengeç belirmişti. 2 kişiyle nasıl mücadele edecektim? Neyse ki kontrollü rüya içindeyim diye düşündüm. Önde duran saldırganın boyu 1,90’a yakın olmalıydı, omuzlarının genişliği, boynunun orta kısmından başlayan üçgen tarzındaki gelişmiş kas hüzmesine bakarak bu adamın profesyonel güreşçilik geçmişinin olduğunu düşündüm. Sert bir kayaya çarpacak gibiydim, arkada duran adam bu izbanduta bakılınca daha cılız duruyordu. İki kişiyle mücadele ederken ilk önce en zayıf halkayı indirmek uygundu, ancak bu dar koridorda arkaya da geçmem mümkün değildi.

Ölmeyi Öğrenen Hücreler -12 için yorumlar kapalı

Filed under ustalık yolu

Ölmeyi Öğrenen Hücreler -11

-“Yardıma ihtiyacın var mı?”

-“Galiba arabamı çekmişler. Hâlbuki burada da park yasağı levhası yok.”

-“Benim de buradan arabamı çekmişlerdi.”

Dertler kiloyla gelip, gramla gidiyor gibiydi. Hayatta en sinir olduğum şey arabamın park edildiği yerden çekilmesiydi. Arabayı ne yapacaktım, katlayıp cebime mi koyacaktım? İçimden çeşitli tonlarda bela okurken, Ayşe’nin şaşkınlıkla beni seyrettiğini farkettim. Garip mi görünüyordum?

-“Berk, benim hastaneye dönmem lazım. Bir şeye ihtiyacın olursa bana haber ver.” dedi ve yanımdan hızla ayrıldı. Yalnızlığın ağırlığı, her iki omzumu aşağı basarken, arabamın çekilmesinin verdiği öfke beni ileri itiyordu; Kızılmaske olup etrafı dağıtmak, bütün hayatımı korsanlık, haksızlık ve zalimlikle savaşmaya adamak istiyordum. Hattı zatında kuru kafalı mührümü çeşitli yerlere basmak da istiyordum.

Kara ormanlarda derler ki: “Fantom, on kaplan gücündedir”.

İnce ve nazik bir sesle: “Memur Bey, arabamı alacaktım da.” diye sordum

-“Tamam, ödeyeyim. Kredi kartı geçiyor değil mi? Ne? Geçmiyor mu? En yakın bankamatik nerede biliyor musunuz?”

On kaplanımdan birkaçı yolda mefta olmuştu. Kuru kafalı yüzüğüm yerine banka kartımı çeşitli yerlere basmam da kendimi Kızılmaskeden çok En Kahraman Rıdvan gibi hissetmeme neden oluyordu. Tekrar taksiye binmem, bankamatik bulmam, geri dönmem, parayı ödemem gerekiyordu. Bu görevi zor bela yerine getirdikten sonra eve varmam akşamın yedisini bulmuştu. Acaba Eden adasına varıp huzuru bulabilecek miydim?

Ayaklarımı sürükleyerek eve girip kapıyı açtığımda, Osman Hamdi Beyin Lübnan’ın Sayda şehrinde bulduğu İskender Lahdine toslamam bir oldu. Annem, sinirden mermer rengindeydi ve 25 tonluk lahitin üzerine tasvir edilmiş Büyük İskender’e benziyordu. Ancak aralarında bir fark vardı, İskender’in kıvırcığa yakın dalgalı saçlarının yerine annemim bigudileri vardı.

-“Neredesin sen evladım, bu saat oldu hala yoksun. Bir de beni yalnız bırakın, ben tedaviye yalnız giderim diye bize etmediğin laf kalmadı.”

-“Biz yaşlı insanlarız evladım, serseri mayın gibi bir orada tedavi al, sonra kafana göre takıl. Olacak iş değil. Biz senin peşinden koşmak zorunda mıyız? Ayrıca telefon denilen bir icat var, değil mi çocuğum? İnsan gecikeceği zaman annesini veya babasını arar!”

Annemin köpüren ağzından çıkan tükrük partikülleri, CERN’in Büyük Hadron Hızlandırıcında ok haline gelmiş ve bana seri bir şekilde çarpıyordu. Bu kıskaçtan kurtulmam gerekiyordu, annemin ilgisini başka yere çekmek için acilen birşeyler zırvalamalıydım.

-“Anne ben evlenmek istiyorum.”

Can havliyle söylediğim bu cümle annemi DVD oynatıcının pause tuşuna basılmışçasına dondurdu. 3 saniyelik bir duraklamadan sonra annemin gözlerinde hafif bir nemlenme başladı.

Allah’ım, galiba uyuyan canavarı uyandırmıştım. Kendi kendimin bacağına sıkmıştım, bu yangın benle ölünceye dek yaşayacağına adım gibi emindim. Neden bu kadar zevzektim? Bu kadar salak olmak zorunda mıydım?

Kendimi davulun ve zurnanın desibel rekoru kırdığı, gelinin ata bindiği, damadın arkadaşları tarafından sırtından yumruklandığı, herkesin limonata içip, masa altı votkasıyla kafayı bulduğu mizansenin içinde buldum. Saç çizgimin olması gereken yerden ince bir ter dalgası, yer çekimine karşı gelerek kafamın tepesine doğru ilerlemeye başladı. Başka bir numara bulmalıydım, ama ok yaydan bir kere çıkmıştı. Annemi tanıdığım kadarıyla, şu anda onun yüzünde oluşan ışıltı, yakın bir zamanda ne olursa olsun beni evlendireceğine kani olduğunu gösteriyordu.

“Anne”, dedim usulca. Bir anda gerçek hayatttan çıkmaya başlamıştım. Sanki bulunduğum evrenin dışına hızla çıkıyordum, kanımdaki adrenalin miktarı sıfırın altına inmişti. Annemin bazı sesler çıkarttığını duyuyordum, ama bunlar herhangi bir anlama beynimde çevrilemiyordu, sağ bacağımın dizinin ileriye gittiğini görüp, sol dizimin ileri gidip ayağımın yere basışını hissettim. Gerçekten bir numara bulmama gerek kalmamıştı, günün heyecanlı temposu beni ayakta tutmuş olsa da kemoterapinin ağırlığı vücudumu ve ruhumu tahmin edemeyeceğim bir hızla ele geçirmişti.

Sadece karanlığa erişmek ve o derin karanlıkta virgül gibi kıvrılmak dışında başka bir şey istemiyordum.

Ölmeyi Öğrenen Hücreler -11 için yorumlar kapalı

Filed under ustalık yolu