Ölmeyi Unutan Hücreler

Ölmeyi Unutan Hücreler

 

Akıntıyı takip et ve yaradılışını tanı;

Neşe yok, keder yok.

Sekishusai

 

-“Patoloji raporunuzun pek parlak olduğu söylenemez. Bazı kötü huylu hücreler var.”

 

Bu sözü duyduğum zaman, bir an kendimi “Er Ryan’ı kurtarmak” filminin açılış sahnesinde hissettim. Normandiya çıkartmasına katılmış ve ileri doğru koşuyordum. Arkadaşlarımın bir anda yere yığılışını seyrederken, ben de bir an için yere yapışmış gibiydim. Kafamda şiddetli bir uğuldama vardı, yeri artık hissetmiyordum, sanki boşluktaydım; etrafımı görüyordum, ama bulanık bir resime benziyordu, denizin tuzu ağzımdaydı, ama acı mı tatlı mı algılayamıyordum, etrafımdan sesler geliyor, ismimi söylüyorlardı, ama ismim ne onu bile bilmiyordum. Kafamdaki miğferden vurulmuştum.

 

Aradan ne kadar geçtiğini anlayamadım, ama tedavi sürecine geçtiğimize göre en fazla 5 dakika bu dünyadan kopmuştum. Fotoğraf makinesindeki gibi netlik önce kaybolmuş, sonra bulanık görüntüler ve sesler birşeyler ifade etmeye başlamıştı.

 

En iyisi, hikâyemi ben size en başından anlatayım. Ben bu hastalığa yakalanmış ve kurtulmuş ne ilk kişiyim, ne de son kişi olacağım.

 

34 yaşında bir erkeğim. İstanbul Teknik Üniversitesinde okudum, sonra MBA yaptım. Süper havalı bir tip değilim, ama bir “looser” da değilim. Özel bir şirkette çalışıyorum. İşimi de severek yapıyorum, eskiden hırsım çoktu, ta ki bu hastalık başıma gelene kadar. Ne küçük şeyleri dert ediyormuş insan bu vesileyle öğreniyor tabi. Uzatmalı bir sevgilim var, yazları denize gideriz. Kışın haftasonları ben ve diğer erkek arkadaşlarım dağa kayağa gideriz. Dağın kokusu ne güzeldir, içine çekersin, temizdir, serindir, sağlıktır. Bu hastalığın en korkutucu olan tarafı ise bir daha bunları sanki göremeyecek gibi hissetmekti bence.

 

 

Bundan 2 yıl önceydi, kasığımda bir ağrı hissetmiştim. Ama pek umursamamıştım. Sonra bu ağrı içten içe artmaya başladı. Artık dar pantolondan vazgeçmeliyim, skinny jean bunu yapmıştır derken, içimde de bir korku uyanmaya başladı.

 

Akşamları spora gittiğimde bu ağrı biraz daha artmaya başlamıştı, giydiğim şort ızdırap vermeye başlamıştı. Hele bisikletin selesi değdiği zaman, sanki beynime ilerleyen ateşli bir elektrik çakıyordu.

 

Kabuğuma çekilmiştim, korkuyordum kendimi ellemeye. Orda bir şey var biliyordum; gözlerimi kapatıp geçmesini bekliyordum. Geçmiyordu o his. Bu rüya olsaydı da uyansaydım ve bir oh deseydim diye düşünmeye başladım. Geceler bölük pörçük uykuyla geçiyordu. Sevgilim, senin tanıyamıyorum artık, ne biçim adam oldun sen diye bana çıkışıyordu. Evden çıkmak da istemiyordum, işe de gitmek istemiyordum. Sakallarım uzamıştı, saçlarım berbat keçe halindeydi. Kendimi çıplak göreceğim korkusuna duş bile alamıyordum; hâlbuki “duş machen” ne hoştu bir zamanlar.

 

Şirkette toplantılar çok olurdu. Yakın arkadaşım Yavuz yanıma geldi.

 

-“Adamım, nedir bu halin? Ne oldu manitayla bir durum mu var? Seni çok “down” gördüm. Akşama kafa çekmeye gidelim mi?”

 

Aramızdan su bile sızmazdı Yavuz’la. Haa, tipsizin tekiydi, ama nedense bütün kızlar bu şebeğe hastaydı. Yavuz’la liseyi aynı okulda okumuştuk ve son altı yılımız da bu şirkette geçmişti. Herşeyimizi bilirdik, dağa da birlikte giderdik. Yavuz benim şu anımı anlıyamıyordu. Benim üzerime çoktan gelirdi, ama o da şu aralar sancılı bir ayrılık sürecinin içindeydi. Milattan öncesine dayanan kız arkadaşıyla çatırdıyordular. Kız fena değildi, ama kaprisleri ağzına ediyordu elemanın. Bizimkisi de az değildi, alttan almadığı gibi kaçak kesim de boldu. Bu zamana kadar geçinip giderken, bir sürtüşme, sönmekte olan mangalın üzerine benzin dökülmüşçesine ilişkilerini alevlendirmiş ve mumun sönmeden önceki son parlamasına neden olmuştu. Alışkanlıklarda kopmak her ikisi içinde zordu, topuğa batan denizkestanesi gibiydi, iğneyle deşe deşe ayrılacaklardı ve yine denizkestanesinin kara izi uzunca bir süre kalacaktı.

 

Müdür derdim Yavuz’a. “Müdür, bak bende sıkıntı var, ama hem utanıyorum, hem de acaip korkuyorum”.

 

Kıvrıla kıvrıla, anlattım derdimi kankaya. İçim bir anda rahatlamıştı, göğsümde sanki bir çimento çuvalı vardı ve kalkmıştı. İnsan, kendine ne kadar eziyet ediyormuş. Sözde insan kurttur derler; palavra. Anlatmak, derdini dökmek gibisi yokmuş şu dünyada.

 

Hemen tuvalet gittim ve kendimi yokladım. İşte oradaydı, sol testisim büyüktü. Bir anda yüzümden kanların geri çekildiğini hissetim, bunca kan nereye gidebilirdi bilmiyorum, ama benden uzağa gittiği kesindi. Soğuk bir ter, güçlü bir pervanenin önünden ince su damlacıkları şeklinde yüzüme püskürtülmüş gibiydi. Sık nefes aldığımı hissetim, sanki kontrolümü kaybediyordum. O sırada bir patlama duydum. Hayır, bu bir patlama değildi. Kanka meğerse tuvaletin kapısını yumrukluyordu.

 

-“Adamım, iyi misin?”.

 

O anda lise yıllarımız aklıma geldi; erkekler arasında şarkıları tersten okutmak pek bir modaydı. Gençlik, delikanlılık… Ne çılgın yıllardı o zamanlar. Keşke o günlere dönebilseydim. Ama olan olmuştu, o yıllar anıların mahzeninde küflenmiş ve parlaklıkları azalmıştı.

 

-“İyiyim, müdür. Bildiğin iyi bir doktor var mı?

 

-“Evet, aslında çocukluk arkadaşım ürolog.”

 

Ofisteki odama döndüğümde ilk yaptığım, interneti açıp “testis şişmesi nedir?” sorusunu aratmak oldu. Testisdeki en sık şişme yapan sebepler genellikle selim olanlardı, hidrosel gibi sıvı birikmesine bağlıydı. Ancak bende olan su dolu bir şişmeden ziyade serttlikti. Dolayısıyla bu durumun selim bir hadise olması sanki uzak bir olasılıktı. En iyisi daha fazla araştırma yapmadan bir hekime muayene olmak diye düşündüm. Az sonra telefon çaldı ve Yavuz bu akşam için arkadaşından randevu aldığını bana söyledi. Bu kadar korku içinde geçen zamandan sonra, en kötü olasılık bile belirsizlik ve korku içinde yaşamaktan iyidir diye düşündüm. Kimse beni bulmasın diye saklandığım kömür deposunun kapısı kendiliğinden kapanmış ve kendi kendime tuzağa düşmüştüm. Sonunda bir el beni kurtarmıştı ve ona müteşekkirdim.

Ofiste artık durmak istemiyordum, bir an önce hastaneye gidip eğrisiyle doğrusuyla ne olduğu anlamak istiyordum. Belki gittiğimde doktor, çürük bir dişin çekilmesi gibi nispeten basit bir tedavi önerir, ben de bu sıkıntıdan tek celsede boşanırdım, tazminat vermek zorunda da kalmazdım. Ofisin hemen yanındaki starbucksa gittim, çok sevdiğim caramel machiato sipariş verdim. İnsanlar ne kadar değişik gelmeye başlamıştı, kaç zaman zihnimin karanlık ve ürkütücü kömür deposunda mahsur kalmıştım? Machiatomu yudumlarken etrafımdaki insanlara bakıyordum, herkesin bir telaşı, türlü türlü endişeleri vardı: ben de onlardan biriydim, fakat şimdi gerçek bir sorunum vardı. Eski sorunlarımı düşündüm; hepsi palavradan ibaretti. Machiatom artık fazla gelmişti, fazla şekerliydi. Şeker kanser için kötüydü, sanki böyle birşeyler okumuş olmalıydım.

 

Aman Tanrım!!! Sakin olmalıyım. Neyse ne! Başa gelen çekilir diyerek kendimi sokağa attım, hızlıca yürüyüp o fikirden uzaklaşmalıydım.

 

Neden ben? Bu benim başıma gelmemeliydi. Ben ne kötülük yaptım ki? Ne günah işledim ki? Bu düşünceler beynimin içinde vınlıyordu ki, aklıma bir anda daha gerçek birşey geldi. Yüzüm bir anda utançla kızardı.  İç çamaşırım ne alemdeydi? “F..k” dedim içimden, “hadi kanser oldum da rezil olmam da mı gerekiyordu?”. iPhone’umu hızlıca açtım, en yakın Marks and Spencer’ı bulmalıydım. Vakit daralıyordu, saat tiktakları da F1 arabasına binmişti. Allah kahretsin, son saatlerimi don aramakla geçireceğimi hiç tahmin etmezdim diye düşündüm.

 

Marks and Spencer’ın içine girdiğimde tamamen dezoryenteydim, yakında bulduğum eski ismiyle tezgâhtar, yeni avatarıyla satış danışmanına, “don, ama acil doktor” diye gerzekçe birkaç kelime savurdum. Kelimelerimin gücüyle sarsılan satış danışmanı, “b şıkkı” diyiverdi. Herhalde üniversite sınavlarına hazırlanıyordu, ayakları sabahtan beri dikilmekten şişmiş genç. Ama ağzımdan çıkanlar neyse ki kafama buzlu bir şekilde dökülmüş ve o an nerede olduğu anlamıştım. İç çamaşırlarının olduğu bölgeyi kafamda hesaplayıp scud füzesi gibi fırladım. Önümdeki çeşitli chino pantolonların kısmen üzerinden atladıktan sonra hedefime varmıştım.

 

Hayat her zaman dallanıp budaklanan kararlardan oluşur, ben ise sorumluluktan hiç hoşlanmam. Keşke öyle bir durum olsa da hiç karar vermek zorunda kalmasam, ama ne mümkün. Hele basit bir kilot almak için bile dünyanın en karışık çelişkisi ile karşı karşıya kalmayı da insan hiç beklemiyor. Beynimi alt üst eden muamma, tabi ki kilotun rengi veya deseni değildi; bir alana bir bedava kampanyasıydı. Acaba ikinci paketi kullanacak kadar ömrüm olacak mıydı? Bu atıl bir yatırım olabilir miydi? Öldüğümde nasıl bilirdiniz sorusunun yanıtı: kredi kartında şu kadar borcu vardı müflis müteveffanın ama temiz adamdı miras olarak kullanılmamış bir paket don bıraktı mı olacaktı?

 

Yavuz’la buluştuğumuzda saat 5’i biraz geçiyordu. Yaşlı ve yorgun bir adamdım artık ben. Kendimi tüketmiştim. Sünnete tekrar gidecekmiş gibi hissediyordum, tek eksiğim kafamda yumuşak tüylü paşa şapkası ve omzumdan aşağı sarkan Maaşallah yazısının olmamasıydı. Olsun diye düşündüm, gider şuradan kafama bir huni bulurum.

 

-“Müdür, senin bu arkadaş iyidir değil mi? Hemen kesip biçmeye kalkmaz, umarım.”

 

-“Yok be kanka, bu kadar da ödlek olduğu bilmiyordum.”

 

Mecidiyeköy’deki hastanenin içine girdiğimizde, hayallerim bir anda yıkıldı. Amanın bu da neydi… Sözde özel hastane, ama devlet hastanesinden bir farkı yok. İnsan, hastaneye girdiğinde “şş” yapan ve Andy Warhol yaşasaydı pop art ikonu yapması gereken fotorafı görmeyi beklerken, etten bir duvara çarpıp, bir de üstüne ter ve çeşitli insani kokuları suni teneffüs ettiğinde gerçek sandığı hayatın, pek de gerçek olmadığını anlıyor.

 

-“Müdür, bu neee? El ele tutuşalım da en azından birbirimiz kaybetmeyelim.” diyerek Yavuz’un koluna girdim.

 

Yavuz’un da ortamdan ürktüğü apaçık belliydi, ama yine de çaktırmamaya çalışarak, ilerlemeye devam etti. Ufukta danışma vardı, ama sanki bu hastane de dünya gibi yuvarlaktı ve ancak görevlinin bir kısmını görebiliyorduk. Kader gibi, ağır ve emin adımlarla yürüdüğümüzü zannederken, veletin teki son hızla bana çarptı. O boydaki bir tipin kafasının nereye çarpacağını da tahmin etmek mümkün olmalı, değil mi? Evet, bildiniz, sebebi ziyaretim olan bölge ateş altındaydı.

 

Danışmanın önüne geldiğimizde, Yavuz da çeşitli darbeler almıştı. Salak ile avanak ikilisi şeklinde birbirimize dayanmıştık, Afrika’dan yeni koparılmış yerliler gibi titriyorduk. Neyseki, danışman halden anlamış ve hangi doktoru aradığımızı sormuştu. Özel sağlık sigortamın olduğunu söyledim ve kısa bir süre sonra doktorun kapısının önündeydik. Boş bir yer bulursanız oturabilirsiniz, birazdan görevli arkadaşlar sizi çağıracak diyince, ben de bir tarafa yığıldım. Biz bekleyenler arasında BİN-BEŞ-YÜZ-ÜNCÜ kişiydik, beklemek için popomuzun üzerinde oturmaya devam edip, Vezüv’ün taş ettiği Pompei halkı gibi kurtarılmayı umacaktık. Kötü ihtimalle de bizi müzede sergileyebilirlerdi, beklemekten kül olmuş bir yaralı hasta ve onun kankasını.

 

Sıra bize geldiğinde, odadan izbandut gibi ama koku aurası insanı böğürtecek kuvvette bir adam çıkıverdi. Dr. Ufuk, Yavuz’la sarıldı, sonra da elini bana uzattı. Hay aq, bu doktor deminki herifi muayene ettiği eliyle mi benimle tokalaşacak? Sonuçta adam doktor, o eliyle prostat muayenesi de yapıyor, testis muayenesi de. Tokalaştıktan sonra, hemen sandalyaye oturdum ve öksürme numarasıyla elimi koklayıverdim; hafif bir pudra kokusu siniverdi elime. Normalde huylu biri değilimdir, ama nedense bir iğrenme durumu hâsıl oldu.

 

Dr. Ufuk’un yüzü tam bir doktor tipiydi, hafifçe önden dökülmüş saçları vardı ve çerçevesiz Tag Heuer gözlükler para kazandığını da gösteriyordu. El sıkışırken uzattığı kolunda da Tag Heuer marka saatin safir camı parlıyordu, demek ki solaktı ve marka takıntısı vardı. Solaklar eskiden yazı kalitelerinde düşüklük nedeniyle sarsak tipler olarak görülse de liderlik özellikleri fazlaymış diye seyretmiştim Discovery Channel’daki bir belgeselde. Bir de homoseksüellik de fazlaymış, ne alakaysa. Yavuz’la doktor ilkokuldan beri arkadaştılar. Zaman zaman buluşurlardı, ama araya giren ihtisas ve Yavuz’un ele avuca sığmaz çocuğu Efe nedeniyle araya uzunca bir boş zaman girmişti. Beyaz önlüğünde kahverengi batikon lekeleri gün içinde fazla hasta gördüğünün göstergesiydi. Üç beş hoş beşten sonra, sadete geldik ve muayene maasına yattım. Bu arada doktorun mimiklerini de kaçırmamaya çalışıyordum. Kaşlarını çatmıştı, acaba ciddi bir problem mi vardı, şimdi de dudaklarının kenarları aşağıya doğru derinleşmişti.

 

-“Ultrason yapmamız lazım.”

 

-“Nedir durum hocam, kötü bir şey mi?”

 

-“Ele gelen bir kitle var. Bundan sonraki aşamada yapmamız gereken ultrasonografik inceleme ve bazı kan tetkikleri yapmak.”

 

İstediğim olmamıştı, tanı ve tedavi yine ötelenmişti.

 

Muayene odasından çıktığımda bir sisin hastanenin içine yayıldığını farkettim, bu tabakayı ben ve diğer hastalar oluşturuyorduk, korku ve endişe sisiydi bu. Elimde doktorun karaladığı özel sağlık sigortası hasta bilgi formu, radyoloji istek formu ve laboratuvar istek formlarıyla anlaşmalı kurumlar veznesinin önüne geldim. Radyoloji isteğinde Skrotal USG, biyokimyada ise çeşitli testler işaretlenmişti. Saat akşam altıyı geçtiği için tüm radyologlar çıkmıştı ve yarın öğle saatlerine randevu almıştım, sabah da kan vermem gerekiyordu.

 

Yavuz’la vedalaşıp eve geldiğimde, günün yorgunluğuyla salondaki kanepeye oturdum, kafamı geriye doğru koydum ve kafamı kaldırdım. Gün, geceyle karışırken yaklaşık 2 saat kadar sızmıştım. Telefonuma baktım, 7 tane mesaj, 10 tane cevapsız arama vardı. Telefonu, hastanede sessize almış olmalıydım, çünkü o araları net hatırlayamıyordum.

 

Elif (3), 7532 (4) diye sıralanıyordu mesajlar ve aramalar. Ne popüler adamım diye düşünürken aklıma sanatçıların değerinin öldükten sonra anlaşıldığı aklıma geldi.

 

Elif… Elif’im seni pek bir ihmal ettim bu sıralar. Kendi derdime düştüm be Elif’im; biliyorum sen sabırsızca benimle evlenmek istiyorsun da, ben de uzundur sana karşı künt davranıyorum, bir türlü anlayamıyorum senin kafanın içinden nelerin geçtiğini. Şimdi anlıyorum, vaktin ve vaktinin kısa olduğunu; ömrün bir nefeste kaybolabileceğini ve ömrü üflemenin bir nefeste bitebileceğini.

 

Elif, sana çok şeyler söylemek istiyorum, ama bunları sana nasıl söyleyebilirim? Benim yaralarım çok duygusal, tamamen romantik. Bu yaralar gerçek değil, senin açtığın yaralar da gerçek değil. Canım acımadı, ama canımın ruhu acıdı. Bu acı var ya, gerçekten daha gerçek.

Bunu anlamıyorsun değil mi? Ama şimdi gerçekten canımı acıtan bir şey var, sana da bu durumu nasıl söyleyeceğimi hiç bilmiyorum. Hele bir teşhis konulsun, sonra ararım ben seni diye neticelendirerek, mesajları okumadan telefonu kapadım.

 

Çarşamba günlerini pek bir severim, 60 kişinin sınıfımızda okuduğu ilkokulda beslenme saatimiz, benim için gözbebeğiydi: yumurta. Pazartesileri zeytin (acı ve tuzlu), salıları peynir (tuzlu ve yumuşak), çarşambaları sevgili yumurta, ama sadece çarşambaları… Sonra sıra başa döner ve acı tuzlu zeytin, akabinde haftanın kapanışı yumuşak tuzlu peynirler (keşke dil olaydı) olurdu.

 

Kar yağmasını beklerdik günlerce, küçük, mini minnacık naylonlarda kolonyalar olurdu, iğneyle onları patlatırdık ve koklardık; mis. Almanya’dan gelen Noel kartlarında tasvir edilen sıcak karlar altındaki yılbaşı ağaçlarının etrafında yaşanan enfes günlerin özlemini içimize çeker ve özlerdik hiç yaşamadığımız o güzel günleri. Kartların üzerinde simler olurdu karların parlaklıklarını anlatmak için, üzerine yansımayı hissetmek için dokunduğunda eline bulaşırdı;

bir de gözün kaşınıp yüzünü ellesen, çıkmazdı ovalasan da yapışkan taneler. Her güzel diye düşündüğün şeyde bir b.kluk çıkmasını da ilkokulda öğretmeleri gerekiyordu. Ne diyordu şarkı “every rose has its thorn”, her gülün kendi dikeni vardır.

 

Çarşamba sabahı uyandığımda saat 5’i, 47 geçiyordu. Ne zaman uyumuştum, niye bu saatte uyanmıştım bilmiyordum. Sabah ezanı, gecenin terkedilmişliğinde yankılanıyordu.

 

Sabah ezanının makamı, değişik olur, benzemez başkasına. Güneşin doğuşu müjdelenirken, insan pek bir mahzun olur, pek bir yalnız olur, annesine sarılıp hep bir ağlamak ister.  Ben ise bu derde düştükten sonra annem beni kurtarsın diye bekliyordum, ama bu tabi ki mümkün değildi.

 

Duşa girdim, artık temiz kokmalıydım, auramın gücü temizliğimden gelmeliydi. Saçlarım için Bioxin kullanırım, saçlarımın alın kısmı kaldı da şakak kısmında hızlı bir açılma, erozyon dede Hayrettin Karaca’nın bile ilgisini çekmişti. Neyse ki beyazım yoktu, sadece karayel kafamın her iki yanını traş etmişti. Hâlbuki rahmetli dedemin saçları hiç dökülmemişti.

 

Çok sigara içerdi Ahmet Dedem, ilk hatırladığım onun kokusudur: saman gibi, sarı kahverengi bir koku. Tasvir etmemin mümkün olmadığı garip bir kokuydu: Maltepe. Bu sigarayı içenler başkasını içemez derlerdi. Kısasını içerdi dedem. İğrencin, iğrenci bir kokusu vardı. Nefes çekmezse sönerdi, tekrar yanmayı beklerdi. Organik tarım o zaman icat edilmiş olsaydı, herhalde bu sigaraya organik derlerdi. Maltepenin beyazı gibi saçları bembeyazdı, içindeki nikotin de bıyıklarını sarartmıştı. Keşke sigara hiç içmeseydi dedem, o zaman akciğer kanseri de olmazdı. Ama ben hiç sigara içmediğim halde kanser mi olmuştum?

 

Hastaneye vardığımda saat sekizi birkaç dakika geçiyordu ve içerisi yine tıka basa doluydu. Dünün sisi yere çöktüğü için ferah bir hava şimdilik koridorlarda vardı. İşlemleri birgün öncesinde yaptırmanın rahatlığı içerisinde biyokimya laboratuvarının kan alma bölümüne geldim. En son kan tetkikini işe girerken yaptırmıştım ve bir şey çıkmamıştı. Bakalım şimdi beni ne süprizler bekliyordu.

 

Kan verdikten sonra ultrason beklemek için kantine gittim, o sırada açık olan televizyonu seyretmeye başladım. Sabah sohbet programlarından biriydi bu, iki kişi konuşuyorlardı. Saatime baktım 45 dakika geçmişti, tekrar televizyona baktım; aman Tanrım, seyrettiğim televizyon programında ekran donmuştu ve 45 dakika hareketsiz insan görüntülerini izlemiştim.

 

Radyolojiden ismim çağrıldığında bir oh çektim, sonunda ne olduğunu anlayacaktık. Acaba ufak da olsa iyi bir ihtimal var mıydı?

 

Küçük ve karanlık bir odaya girdiğimde doktor bey de içerideydi. Ultrason makinasının ekranı karanlıktı. Doktor, şikâyetimin ne olduğunu, ne zaman başladığı, ağrı olup olmadığını sordu. Radyolog, kısa boyluydu, hafifçe göbeği vardı, karanlık da çalışmaktan derisinin rengi soluk gözüküyordu. Dr. Ufuk bu yüzden “bizim batman sana bir baksın, anlarız ne olduğunu” diye söylemişti ve ben bu espriyi yeni anlamıştım: yarasalar gibi karanlıkta çalışıyordu radyologlar. Saç jölesi gibi bir şeyi cildime sürdü doktor, soğuğundan irkildim aniden ve ekranda bazı beyazlıklar belirdi. Bir ekrana, bir doktora bakıyordum, sanki televizyon da yayın bitmiş, İstiklal Marşı okunmuş ve karlı ekran başlamıştı. Hiçbirşey anlaşılmıyordu.

 

-“Hocam, bu nedir?” diye sorarken, alacağım cevabın nasıl anlayacağımı kestiremiyordum.

 

-“Sol testisde bir kitle var, şimdi dopplerle bakacağım. Evet, kitle oldukça kanlanıyor.”

 

-“Nedir hocam? Ölecek miyim?”

 

-“Korkmanızı gerektirecek bir durum yok. Ufuk Bey göndermişti değil mi? Ben onunla şimdi konuşacağım. Biraz dışarda beklerseniz, raporunuzu da hazırlamış olurum.”

 

Sözlü sınavdan sonra notunun açıklanmasını bekleyen çocuklar gibiydim. Acaba ne çıkacaktı.

 

Zarfı açtım ve ismimin olduğu kağıdı okumaya başladım.

 

 

 

Adı Soyadı: BERK CANDAN                                   Hasta No: 1459888 / 4784725

T.C. Kimlik No: 1210001125400254             Yaş: 32

Bölüm Adı: RADYOLOJİ                                         Cinsiyet: ERKEK

Geliş Tarihi: 04/03/2011

Kurum Adı: YAPI KREDİ SİGORTA

 

TESTİS US

İşlem Kodu          İşlem Adı

3770                        Skrotal renkli Doppler US

 

SAĞ TESTİS boyutboyut ( 43×24 mm) ve eko yapısı normaldir.

 

SOL TESTİS’de tm. mevcuttur. Kitle testisin asgari 2/3’ünü kaplamaktadır. Kitle multilokal- multilobüle (bulky) görünümdedir. Az miktarda kalan normal doku içinde mikrokalsifikasyona rastlandı. Kitleler çoğunlukla hipoekoiktir. Bir kısmında rim şeklinde hiperekojen kapsüler eko (kalsifikasyon?) izlendi.

 

RENKLİ DOPPLER’de sol testiküler solid kitle ileri derecede hiper vaskülerdir (malignite kuvvetle muhtemeldir).

Intraskrotal serbest sıvı izlenmedi.

Epididimler normal görünümdedir.

 

SONUÇ:

SOL TESTİS TM.

SOL TESTİKÜLER MİKROLİTHİAZİS.

 

 

 

Dr. Ufuk’un kapısında suçlu bir çocuk gibi beklemeye başladım. Artık hastaneye de alışmıştım, galiba bir süre hastanelerde yaşayacaktım.

 

-“Berk hoş geldin, bizim radyolog Yusuf demin beni aradı. Ben de seni bekliyordum. Gelsene içeri”

 

-“Yusuf sana anlattı mı?”

 

-“Evet, birşeyler söyledi, ama ne dediğini anlamadım. Korkum, bu kitlenin kanser olması.  Hocam, rapor senin elinde, sen söyleceksin.”

 

-“Peki” diyip bir es verdi doktor, beni baştan aşağı süzüp, olaya ne kadar vakıf olup olmadığımı tartıyordu, bir de tahminim eğer kötü haberi söylerse oraya yığılıp kalıp kalmayacağımı da hesaplıyor olabilirdi.

 

-“Bugün Yavuz gelmemiş, başka yakının yok mu?”

 

Garip zamanlarda garip şeyler aklıma gelir, mesela şimdi gibi. Abicim, kendi hayatım söz konusu, şimdi takıldığım şeye bak. Doktor saatinin markası ne acaba, güzel birşeye de benziyor. Şimdi de saati sol koluna takmış, alyansını da saatine geçirmiş. Yazı yazarken hangi elini kullanmıştı ki?

 

-“Berk, iyi misin?”

 

-“Hocam, alakasız olacak ama saatinin markası nedir?” demek istiyorum, ama bunu sorsam ne kadar duyarsız biri olduğum anlamına gelecek, ama saat bence çakmaydı.

 

-“Daha annemlere söylemedim, senden çıktıktan sonra söyliyeceğim.”

 

-“Şu verilere bakıp net bir şey söylemek mümkün değil, ama çok selim bir şeye de benzemiyor. Kan tetkikleri sonucunda bunun daha iyi seyirli seminom mu, seminom dışı bir tümör olduğunu anlayabiliriz. Ama yine kesin tanı patoloji ile dokudan olabiliyor. Şu noktadan sonra söylemem gereken şey seni hızlı bir şekilde ameliyat etmemiz.”

 

Hızlı bir şekilde derken, acaba şu anda mı ameliyat olmam gerekiyordu? İşi ne yapacaktım,  yıllık izinden mi kullanacaktım? Kanserden çok şu iş meselesi beni kanser edecek diye düşündüm. Ayrıca hırs küpü koordinatörüm Berna Hanım da kesin yamuk yapacaktır.

 

Berna Hanım, nam-ı diğer komutanımız, Boğaziçi Üniversitesi İşletme mezunudur. Proje bir çocuğa, “geek” bir kocaya sahiptir. Komutan lakabı ise bize çalışmayı değil süngü takıp ölmeyi emrettiği için takılmıştır. Herşeyi o bilir, biz ise onun çekirgesiyizdir. Sürekli emirler verir, savaş alanındaki generaller gibi, biz kurmaylarını yanında tutar, konuşur da konuşur. Sıkı bir Bonapart hayranıdır, kendisinde de en az onun kadar dahiyane stratejilerinin olduğunu düşünür. Bir iş verdiğinde eğer o işi çabuk bitiremezsen yandığının resmidir, vıdı vıdı canından bezdirir adamı.

 

-“Anestezi seni ameliyat öncesi görsün.”

 

Kekeleyerek tamam dedim ve odadan dışarı kendimi attım.

 

Annemi aramak için telefonumu açtığımda ekrandaki Elif’in resmi olan duvar kağıdı, cevapsız aramalar ve sms’lerden gözükmüyordu. Benim annem, edebiyat öğretmenidir, yıllarca Kadıköy Kız Lisesinde çalıştıktan sonra emekli oldu, şimdi de özel bir okulda çalışmaya devam ediyor. Pederin de Arçelik bayisi var, Kartal’da. Kardeşimle birlikte Kartal’da otururlar. Ben yol çok uzak bahanesiyle 2 yıldır Cihangir’de oturmaya başladım. Gerçekten de yolda geçen süreler hem uzundu, hem de komutanla çalışınca zaten servisi yakalamak da mümkün olmuyordu. Arabaya ve köprüye servet vereceğime, kiraya veririm diye düşünmüştüm. Ayrıca âlemlere akmak da Cihangir’den kolay oluyordu.

 

-“Anne, nasılsın?”

 

-“İyiyim evladım, derse girmek üzereydim. Hayırdır? Bu saatlerde beni aramazdın. Fevkalade bir durum mu var?”

 

-“Anne, şimdi doktordan çıktım, ameliyat olmam gerekiyormuş.”

 

Kadıköy Kız Lisesinin verdiği disiplin ve bir ejderhanın burnundan çıkan alev kavuruculuğuyla  “Çabuk buraya geliyorsun, çocuğum!” diyerek suratıma telefonu kapadı. Bu tip kızgınlık durumlarında, anneme, anne mi diyeyim, yoksa hocam mı diyeyim diye çok düşünürüm.

 

Karma olduktan eski keyfi kalmadı derdi annem. Çocukken, annemin okulan gittiğimde bir sürü kız öğrenci tarafından sıkıştırmak da inanılmaz gurur okşayıcı oluyordu. Bence de okul karma olduktan sonra keyfi kalmamıştı. Köklü olmaya çalışan okulların, aidiyet duygusunu arttırmak için marşları olurdu, bolşevik isyanı sırasında yazılan:

 

Milletin sinesinden doğan bir nur yuvası

Aydınlattı bir anda vatanda dört bucağı

Kadıköy Kız Lisesi o’nun sevgili adı

Kucaklar hepimizi sıcak güçlü kanadı

Gayesi gayemizdir, o da ilerlemektir

Dileğimiz herşeyde hep birinci gelmektir

Kadıköy Kız Lisesi o’nun sevgili adı

Kucaklar hepimizi sıcak güçlü kanadı

 

Bu güçlü kanat uzun süre aynı isimle çırpamayıp, isim değiştirmişti. Okulun bulunduğu konağın da enteresan bazı özellikleri vardı. Emirgan’daki Sakıp Sabancı Müzesinin sembolü olan at heykeli bu konağın bahçesini süslerken, ailenin düştüğü maddi imkânsızlıklar nedeniyle 1956’da satılmıştı. Değişimin gücüne hiçbir varlık karşı koyamıyordu; ben kendimdeki değişime nasıl karşı koyabilirdim?

 

Hastaneden çıktım, korku içinde arabama doğru yürümeye başladım. İçimdeki huzursuzluk, Mini Cooper’ımı ararken artıyordu, acaba diyordum içimden, bu da olabilir miydi? Sonunda kırmızı minimi gördüğümde içim rahatladı, arabam çekilmemişti. Ohh.

 

Günün bu saatinde trafik az olur,  birinci köprüden geçerken deniz kokusunu duyar mıyım umuduyla camımı sonuna kadar açtım. Gri gökyüzü, boğazın rengini de kasvetlendirmişti, akıntı ve rüzgar kurşun tırnakların üzerini french manikürü gibi boyuyordu. Denizin kokusu yerine boğazın şamarını yemiş olarak camı hızlıca kapattım. Bu köprüye has bir hazinliktir, denizin üzerinde olup, deniz kokusunu alamamak.

 

Hipermetroplar için yapılmış retro dashboarddaki saate baktım, 11’i 47 geçiyordu. Sanki sabah da 7’li bir saatte kalkmıştım, yoksa bu bir işaret miydi? Yedi vakte kadar ölecek miydim? Damardan bir arabesk bulurum ümidiyle radyonun açma düğmesine bastım, radyonun ışıkları kayboldu. Bu da mı bozuldu? Tam ismimi “Acıların Çocuğu Küçük Emrah” diye değiştirmek için dilekçe yazmayı düşünürken, aslında açık olan radyoyu kapattığımı çaktım. Neyse ki Radyo FG’nin ritmik müziği beni kendime getirdi, şimdi mücadeleye asya tarafında devam edecektim.

 

Annemim okuluna vardığımda saat 12’yi 27 geçiyordu. Yine bir yedi, yoksa ben mi kafayı yedi? Bu saat mevzuusu takıntı mı olmaya başlıyordu? Meczup olup diyar diyar dolaşmak da kulağa hoş geliyordu.

 

-“Berk hoş geldin canım. Otur bakayım şuraya. Evladım havayolu ile mi geldin?”

 

-“Yok anne, arabayla geldim.”

 

-“Evladım sen canına mı susadın? Yarım saat önce karşıdasın, şimdi de burada? Uçarak mı geliyorsun sen.”

 

Allah’ım, iyi ki birkaç kez radara yakalanmış, birkaç kez de arabayı sürtmüştüm. Aynı tozlu hikâyeler yine silkelenip fırçayla üzerime sürülüyordu. Belki yüz kez dinlemiştim, hızlı gitmenin tehlikesini ve yavaş gitmenin erdemliliğini. Tabi arabanın yarısının annem tarafından finanse edilmesi de bu fırçaya zemin hazırlıyordu.

 

-“Nedir sıkıntın anlat bakalım.”

 

Bütün süreci olanca hızla anneme anlatırken, annemin kafası ileri geri oynuyor, Pompadour stili saçları, bir duvar gibi bana yaklaşıp uzaklaşıyordu. Burnun ucuna doğru gelmiş gözlüklerinin sapından sarkan zincirler zaman zaman sallanıyordu. Bu tip sıkıntılı durumlarda ana kucağının şefkati gibisi yoktur.

 

-“Halt yemişsin evladım, biz burada eşekbaşı mıyız? Sen bir sürü sıkıntı çek, hem de annene haber verme! Pes vallahi, bir yaşıma daha girdim. Şimdi doğru eve gidiyorsun.”  dedi, yıllar boyu içilen sigara ve çekilen tebeşir tozunun çatlattığı sesiyle. Neyseki hem tebeşiri hem de sigarayı bırakmıştı.

 

Kuyruğumu sıkıştırmış bir şekilde eve doğru yola çıktım. Köşeye fena sıkışmıştım. Annem, evden ayrıldığım zaman kazandığım özgürlüğüme bir kement atmıştı. Bütün bu tedavi sürecini de tek başıma halletmeme de imkan yoktu.

 

Eve vardığımda babam beni bekliyordu. Annem muhtemelen ben okuldan çıkar çıkmaz babamı aramış ve eve intikalini sağlamıştı. Yuvarlak gözlüklerinin arkasından sevimli bir şekilde bana bakıyordu. Babamın kırçıllı, beyazlı pos bıyıkları vardı, sarı saçlarında beyaz sayısı azımsanmayacak kadar çoktu ve alnından kafasının arkasına yangın emniyet şeridi geçmiş gibi bir açıklık vardı. Yangın önleme şeritlerinin, orman yangınlarını önlemede işe yaramadığı anlaşılsa da, erkeklerin kafasında neden saç durmadığı da hala anlaşılmış değildi.

 

-“Paşam, geçmiş olsun.”

 

Yorgun bir halde kendimi kanepenin üzerine attım. Babam da hem kendine, hem de bana yaptığı Türk kahvesini getirdi ve yanıma oturdu. Konuşmaksızın geçen 15 dakika kafamdaki düşünceleri french press gibi basmış, berrak fikirlerle dolu bir dem ortaya çıkmıştı. Selanik göçmeni ve son derece sabırlı olan babam bu sürecimi başından sonuna kadar sadece izlemiş ve açılmamı beklemişti.

 

-“Baba” dedim ve ağlamaya başladım. “Baba, korkuyorum.” Babam, daha da yanıma gelerek, kolunu omzuma attı ve ben de babamın omzuna başımı koyarak ağlamaya devam ettim. Ölmek için daha çok gençtim.

 

Sakin yaratılışımın babamdan geldiği hep söylenir. Zaten erkek çocuklar babalarını, kız çocuklar da annelerini rol modeli olarak belirlemezler mi? Annem gelene kadar babamla sessiz sessiz konuşurken, onun da ilk kez hafifçe korktuğunu ve bunu bana yansıtmamaya çalıştığını hissedebiliyordum. Böyle bir durumu kafama dikiş atılırken de hissetmiştim.

 

Annem eve geldiğinde,  ev Cape Canaveral uzay üssüne dönmüştü; telefonlar durmamacısına çalıyor, teyzemler, dayımlar, amcamlar, hısım ve akraba nevi ma’aile matrix filminin yeşil ekranında sayı yağmurları gibi çeşitli doktor ve telefon numaralarını yağdırıyorlardı. Bu veri denizi içinde zaman zaman bitkisel tedavi ve benzeri alternatif tedavi kabarmaları oluyor ve bunlar annem tarafından sert bir şekilde bastırılıyordu.  Saatler gece yarısına yaklaştığında alternatif isimler ikiye düşmüştü; ilki Cerrahpaşa’dan bir hocaydı, ikincisi Çapa’da bir hocaydı.

 

Ertesi günlerde her iki hocaya gittikten sonra, bir anda kendimi ameliyat edilmiş buldum. Çok sıkıntılı bir ameliyat olmamasına rağmen, bıçaklanmak hiç de hoş değildi. Yapılan ameliyata radikal orşiektomi deniyordu ve doktorun söylediğine göre kan tetkikinde alfa feto protein düzeyinin normal olması, bu kanserde seminom dışı bir özeliğin olmadığını gösteriyordu. Beta-human koryonik gonadotropin seviyem ise 40 mIU/mL’di. Bu seviye lenf nodu metastazı olma olasılığını gösteriyor demişti doktor. Testis kanseri ile ilgili okumaya başlamıştım. Bilmek benim için çok önemliydi, neyle mücadele edeceğimi anlamak zorundaydım. Korkularım nedeniyle zaten bir ton vakit kaybetmiştim.

 

Testis tümörlerinin genel olarak ikiye ayrıldığını okudum. Birincisi seminom dedikleri germ hücreli tümörler, ikinisi ise seminom dışı tümörlerdi. Bazen ikisi karışık da olabiliyordu. İlk grubun tedavisi ve tedaviye yanıtı daha iyiydi. İlk grupta kanda alfa feto protein artmıyordu. Tanı tabi ki çıkarılan parçanın incelenmesi ile konuluyordu. Benim durumumda enteresan olan şey kitlenin ağrılı olmasıydı, genellikle testis tümörleri ağrısız olur diye yazıyorlardı.

 

1 hafta sonra patoloji raporu geldiğinde, benim hastalığımın kanser olduğu net bir şekilde ortaya çıkmıştı, saf seminom. Şimdi de tümörün ne kadar yayıldığını bulmak gerekiyordu; bu nedenle hem akciğer, hem de tüm batın bilgisayarlı tomografisi çekilmesi gerekiyordu. Bakalım bunlarda neler çıkacaktı?

 

 

 

Ölmeyi Öğrenen Hücreler

 

Ölüm varsa ben yokum, ben varsam ölüm yok

 

Patoloji sonuçları ve BT raporları geldiğinde sanki milli piyango büyük çekilişte biletime isabet eden numarayı arıyormuşum gibi hissetim. Her yılbaşında heyecan olsun diye bilet alırdım, ama bu zamana kadar amorti bile vurmamıştı. Ancak bu hastalıkta Evre 3a akciğer metastazı ile sanki son 3 rakam tutturmuştum. Akciğerdeki iki topçuğa da metastaz deniyordu.

 

Sadece ameliyat tedavi için yetmeyecek gibi duruyordu. Yine bir dallanma ve budaklanma söz konusuydu. Patoloji sonucunu aldığımızda (niye mi artık çoğul konuşuyorum? Annemle siyam ikizi gibi olmuştuk da ondan dolayı tekilliğim bitmişti), annem sonucu çoktan bilmekteydi. Tam doktora bir şeyler soracaktım ki, annem araya girdi.

 

-“Doktor Bey, bundan sonra bir onkoloğa başvurmamız icap ediyor, önereceğiniz bir isim var mıdır?”

 

Doktor’un ilk söylediği isme karşılık annem:

 

-“Söz ettiğiniz onkolog, pek bir suratsızmış, hastasıyla da çok az konuşuyormuş. Bu işte moral son derece önemli, değil mi efendim?” diyerek karşı atağa geçti.

 

Yılların hekimi, özellikle öğretmenlerin bu tip kontr ataklarını yıllar içinde çetin yollarla öğrendiğinden dolayı hemen alttan aldı.

 

-“Hoca Hanım, moral olmadan bu hastalık düzelmez. Anlaşılan siz de derinlemesine bir araştırma yapmışsınız. Sizin gitmek istediğiniz arkadaşların isimlerini sizden rica edebilir miyim? Belki bu konuda size yardımcı olabilirim.”

 

Onkolog bulma sürecinde, her zaman olduğu gibi her kafadan ayrı bir ses çıkıyordu. Efendim birisi Amerika’da tahsil görmüştü, öbürkü çok candan ve anlayışlıydı, bir diğeri dünyada bir numaraydı. Liste bu şekilde uzayıp gidiyordu ve klasik olarak benim söz hakkım yoktu.

 

İnsanlar, kanser olduğun zaman değişiyorlardı; bence kanserden ölesiye korkuyorlardı. Ben ise bir hasta olarak artık hiç korkmuyordum; ayrıca suçlu değildim, bu kaderi kendim arayıp bulmuş da değildim.

 

Nişantaş’a öğlenleyin varmak güç olmuştu, Yargıcı’nın önündeki ışıklarda saatlerce beklemek zorunda kalmıştık. Nişantaş’a akşamları bir drink almak için gelmek keyifliyken, muayeneye gelmek sıkıntılı oluyordu. Nedense bu bölge doktorların muayenhanelerinin toplandığı bir bölgeydi. Manifaturacılar İMÇ’yi, doktorlar da Nişantaş’ı kurmuş olmalıydılar. Eski High School’un bahçesinde arabayı koyacak bir yer bulduğumuzda, debriyaja basmaktan ve dikişlerden sol bacağımı hissetmiyordum. Hasta olabilirdim, ama kırmızı canavarımı kimseye de emanet edemezdim.

 

Arabadan inip sol bacağımı sallamaya başladım.

 

-“Evladım, eşek gibi niye tepiniyorsun? Bir hastalığın olabilir, ancak terbiyesizlik yapmaya da lüzum yok.”

O sırada ilk kez bu hastalığa lanet okumaya başlamıştım, beni düşürdüğü duruma bak diye gözlerimden şimşekler çıkartırken, kafamı park edilmez levhasına çarparak o şimşekleri saymaya başladım. Öyle öfkeliydim ki, levhaya ve dünyaya, anlatamazdım. Levhalar çarpışıp depremleri oluşturması gibi bu levha da bendeki öfke yanardağını patlatmıştı. İçimden küfür edip duruyordum.

 

-“Hadi evladım, geç kalıyoruz doktora.”

 

Bekleme salonunda 2 saat bekledikten sonra, annem onkolog hakkında bekleyen eski hastalarından epey bir bilgi toplamıştı. Doktorun kaç çocuğunun olduğunu, nerede oturduğunu, eşinin ne iş yaptığını öğrenmiş ve sülalesinin şeceresini 200 bin yıl öncesi Afrika’ya kadar takip etmişti.

 

Tedavi önerisi nette okuduklarımdan farklı değildi; kemoterapi uygulanacaktı. Sonrasında tekrar değerlendirilecekti. Doktora gittiğim gün Perşembeydi ve 5 gün üst üste tedavi uygulanacağından Pazartesi başlamanın daha uygun olacağını söylendi ve elime bir kağıt tutuşturuldu. Bir A4 kâğıdı bana ne yapabilirdi ki?

 

 

 

Haftasonunun nasıl geçtiğini hatırlıyamıyordum, sürekli aklımda kemoterapi vardı. Ne olduğunu bilmediğim bir varlıktı, acaba sevecen miydi, yoksa bir canavar mıydı? Pazartesi sabahında kendimi neşelendirmek için ıslıkla neşeli günleri çalmaya başladım, banyoya gidip yüzüme tıraş köpüğünü sürdüm, ak sakallı dede olmuştum. Tıraş olmak konsantrasyon ister, işte o bende o an için yoktu. Yüzümü yıkadığımda, yanağım ve çenemin çeşitli bölgelerinde kan sızıntıları vardı.

 

Kapıyı açıp banyodan çıktığımda, annemle burun buruna geldik.

 

-“Günaydın evladım, kendini jiletlemeyi bekâr evinde mi öğrendin?” dedi gülerek. “En son seni bu kadar heyecanlı gördüğümde ilkokul birinci sınıfın ilk günüydü ve biz sana el sallarken, senin pantolonun renginde koyulaşma farketmiştik, hastanede de altına kaçırmayacağını ümit ediyorum.”

 

-“Ya anne ya. Üniversite sınavına girerken de, iş mülakatına giderken de aynı hikâyeyi anlatıp duruyorsun. Ne zaman unutacaksın? İlkokulla bugün bir mi?”

 

Hastanenin kemoterapi ünitesine girdiğimizde, annem bile azıcık tırsmaya başlamıştı. Genellikle annem pek korkmaz, ama endişe fırtınası içinde kopmaya başladığında biraz fazla konuşur.

 

-“Merhaba kızım, ben edebiyat öğretmeni Gaye Candan. Oğlum Berk Candan için buradayız. Tedavi olacaktı, siz mi yapıyorsunuz? Pek de bir gençmişsiniz. Benim de öğrencilerimin bir kısmı sizin gibi hemşire oldu.”

 

-“Anne” diye tısladım.

 

-“Sen karışma evladım.”

 

-“Anne” dedim tıslama ile havlama arası bir karışımla. “Sinir etme hemşireleri. Sana gıcık olup, bana yanlış ilaç verecekler şimdi.”

 

-“Saçma, saçma konuşma evladım. Sen şuraya otur bakayım.” Annem beni cami avlusuna terk edermişcesine yanımdan ayrılarak ilerideki bankoya doğru yürüyüşe geçti. Bana, hastalığa, hastaneye ve hayata kızgınlığı o kadar fazlaydı ki, edebiyat hocasından ziyade Leonardo da Vinci’nin her tarafından topların çıktığı ufo şeklindeki savaş makinasını andırıyordu.

 

Kundakta 15 dakika geçirdikten sonra, ufukta annemin saçları göründüğünde içimden eyvah dedim. Yanındaki beyaz önlüklü de kimdi?

 

-“Berk’ciğim, eski öğrencim Ayşe ile tanışmanı istiyorum. Ayşe, Kız Lisesinin en çalışkan öğrencilerinden biriydi. Şimdi doktor olmuş ve burada çalışıyor.”

 

-“Merhaba doktor hanım.” dedim mahçup ve yaramazlık yapmış bir çocuk edasıyla.

 

Kemoterapiye başlarken önce koldan damar yolu açıyorlardı. İğne ilk girdiği zaman sanki yanma ile acıma arası bir his oluşuyordu, daha sonra metal kısmı çekiyorlar ve plastik küçük boru içerde kalıyordu.

 

-“Neyi nasıl uygulayacağınızı nasıl biliyorsunuz hemşire hanım?” diye sordum. Doktorun bana verdiği şemayı göstererek:

 

-“Önce premedikasyon yapıyoruz. Kemoterapi ilaçları çok bulantı yapar, önceden önlemini almak için bazı ilaçları uyguluyoruz.”

 

Yaklaşık 3,5 saat sonra kemoterapinin ilk günü bitmişti. Acaba ne zaman saçlarım dökülecek diye düşünmeye başladım. Eve gittiğimde kapımı kapadım, perdelerimi çektim. Ne bir ses, ne de bir yüz görmek istiyordum. İlaçlar bir garipleştirmişti beni, sersem gibi hissediyordum.

 

Sabah uyandığımda hava yeni aydınlanmıştı, odamdan dışarı çıktığımda annemim mutfakta olduğunu gördüm. Bana kahvaltı hazırlamıştı ve bekliyordu.

 

-“Günaydın anne.”

 

-“Günaydın Berkciğim. Sordum, soruşturdum, kemoterapi alınan günlerde insanın midesi bir fena oluyorumuş, o yüzden sana ağır gelebilecek hiçbirşey hazırlamadım. Ancak enerjiye ihtiyacın olduğunu da unutmamak lazım. Önümüzde 3 aylık bir kemoterapi süreci var.”

 

-“Anne, seninle bir şey konuşmak istiyorum, ama bu kahvaltı ve enerji meselesinden çok önemli.”

 

-“Ne var evladım? Nedir önemli olan?” diye sorarak zokayı yuttuğunu belli etti annem.

 

-“Anne, bazı şeyler beni derinden etkiliyor, çok üzülüyorum. Kendimi çok çaresiz hissediyorum.” dedim üzgün ve “ağlayan kek” yapmakta olan bir şefin hüznüyle.

 

Şimdi hemen beni bozmayın, ağlayan kek yapan şefin hüznü mü olurmuş diye.  Ben bu kekin hastasıyımdır, borcam kullanmazsanız kek dağılabilir. O zaman da, kekin üstünden ağlayarak şelale oluşturan bir çikolata görüntüsü elde edemezsiniz. Bu kek çocukluğumuzun müptela eden tatlısı mozaik pastanın bir kalem ötesidir.

 

-“Söyle canımın içi, nedir seni üzen?” diye annem yelkenleri suya indirdiğini gösterdi.

 

-“Anne her şey bitiyor! Her güzel şeyin sonu geliyor.”

 

-“Oğlum, sana can kurban.”

 

-“Anne…”

 

-“Evet, çocuğum.”

 

-“Anne, Antarktikada buzullar eriyor, oradaki penguenler evsiz kalıyor. Ben buna çok üzülüyorum. Oraya toplu konuttan bir TOKİ projesi mi yapsak?”

 

-“Allah seni bildiği gibi yapsın, sen ne biçim adammışsın be evladım! Ben ne derdindeyim, senin tüm derdin annemi nasıl kafalarım, nasıl onunla nasıl dalga geçerim. Tüüüüüh, yazıklar olsun!” diye ateş etmeye başladı.

 

Kanser beni düşürmüş olabilirdi, ama yine de ben, bendim. Kanser olmam, dünyayla dalga geçmeyeceğim anlamına gelmiyordu. Özgürlüğüm bir noktada kısıtlanabilirdi, ama asıl özgürlüğüm zihnimdeydi.

 

-“Ama anne, gerçekten buzullar eriyor, gezegenimiz ısınıyor.” dedim, ama bu çevreci laflar annemin sinirini daha da arttırmaktan fazla bir etki yapmadı.

 

Birinci kemoterapi seansının ikinci günü mekanına vardığımızda, annemle sabahki gerginlikten dolayı buz denizi oluşmuştu, ama bu geçiciydi. Zavallı annemi ilk kez kandırmıyordum ki.

 

Kolumu açtığım sırada telefonum da çalmaya başlamıştı. Arayan Elif’ti. “Sh.t” derken hemşire de iğneyi koluma soktu. Hemşire İngilizce kelimeyi çözemedi, ama neden öyle bağırdığımı anlamak için yüzüme ters ters baktı; sonuçta damar patlamamış, tek seferde damara girmişti. Ben kız arkadaşımı tamamıyle unutmuştum.

 

Elif’le Bahçeşehir’de MBA yaparken tanışmış ve çıkmaya başlamıştık. Sakin görüntüsünün altında hırs üreten bir fabrika vardır. Her şey onun için bir challenge’dır, yaz tatilinde öğrenilen sörf bile öyledir. Her şeyin en iyisini, en mükemmelini o yapmalıdır. Koyu sarı düz saçlarında aykırı hiçbir saç teli bile yoktur. Beni de sakin karakterimden dolayı seçmiş olması muhtemeldir. Benimle çıkmasındaki en önemli nedenin de iyi bir baba olacağımı düşünmesidir.

 

“Kemo’dayım seni arayacağım, aşkım” diye mesaj atınca “Görüşmemiz lazım” cevabı geldi. Bakalım bundan neler çıkacaktı. Pek hayra alamet değildi.

 

Üçüncü, dördüncü ve beşinci günler birbirinin aynısı olarak geçmeye devam etmişti. Bir grup insan beş günlük, bazıları üç günlük, bazıları ise günlük tedavi alıyorlardı. Hemşireler arı gibi çalışıyorlardı. Herkesi ismiyle biliyorlar, önce kan alıp tetkike göderiyor, sonra eğer kan sayımları uygunsa tedaviye başlıyorlardı. Bazı hastaların kan sayımları uygun olmadığından tedavi uygulanamıyordu. Bu duruma bazı hastalar üzülüyor, bazıları da oh bu haftada yırttık diyordu. Bu dünyanın farklı bir akışı vardı. Genç insanlar, yaşlı insanlar, çiftler, aileler bu tornadan geçiyordu. Hasta olmadan önce bu kadar hastanın olabileceğine inanamıyordum. Bu insanlar çok da uzağımızda değillerdi, içimizdeydiler. Bir kısmının tedavisi bitiyordu, bir kısmı ise sürekli tedavi almak zorunda kalıyordu. Bu ayırımı kim yapıyordu?

 

Pazar günü sabah Elif’le Emirgan’daki Sütiş’e kahvaltıya gittik. Sütiş’i pek bir severdim, Mehtap olduğu zamandan beri sık gelirim, ama erken gelmezseniz ne yer bulabilirsiniz, ne de uğultudan bir şey anlayabilirsiniz. Gece boyu yağan bahar yağmuru, gün ışıldarken kesilmiş, ama etkisini serinliğiyle devam ettiriyordu. Quiksilver’dan aldığım kalın ve kapüşonlu board hırkam beni koruyordu. Sütiş’in dışardaki bahçesinde oturduk. Boğazda akıntı çok sakindi. Denizin rengi, bulutların arasından kendine metrobüste yer açmaya çalışan güneşin hüzmeleriyle yeşilimsi maviydi. Küçük balıkçı kayıkları kıyıya sürtünürcesine yol alıyordu. Bugün kıyıdan olta atanların sayısı da bir hayli azdı. Martıların arasında karabataklar suyun içine dalıyorlardı ve nereden çıkacaklarını kestirmek mümkün değildi. Hayat da böyleydi, bir yerden dalıyordunuz, ama nereden çıkacağınızı bilemiyordunuz. İçinize çektiğiniz kokuyu iyot zannediyordunuz, ama planktonların yaptığı çürük yumurta kokusu olan dimetil sülfid çıkıyordu. Her şeyde bir hayır yok muydu?

 

-“Ben bu şekilde devam edemeyeceğim, ayrılmamız gerekiyor.”

 

Bu cümleyi duymaya zaten kendime alıştırmıştım. Bulunduğum şartlar artık Elif’e uygun değildi. O bir yuva kurmak istiyor ve çocuklarının olmasını istiyordu. Benim tedavi sürecimin ne olacağı belli değildi, baba olup olamayacağım da bir muammaydı. Kısa vadeli acil sorunlar uzun vadeli büyük problemleri bastırmıştı. Şu anda ne kadar spermimin kaldığını bilmiyordum. Ayrıca sperm dondurma gibi bir uygulama sadece yurtdışında yapılıyordu; bunun organizasyonunu yapmam bu ruh halimde mümkün değildi. Her şeyin iyi olacağı yönündeki hissim dışında elimde hiçbir şey yoktu.

 

-“Haklısın” dedim. Daha fazla konuşmaya gerek yoktu. Saatlerce boğaz kıyısında yürümek istiyordum. Hindistan Konsolosluğunun önüne geldiğimde artık mecalim kalmamıştı, 5 round kemo beni hırpalamıştı, Elif’in attığı son darbe de dengemi bozmuştu. Bedenimin ve ruhumun dinlenmeye ihtiyacı vardı.

 

Gözlerimi kapadım, gözümün önünde çeşitli sahneler hızlı hızlı yer değiştiriyordu, birbirinden kopuk resimler, sürekli başa dönüp beni huzursuz ediyordu. Parmaklarımın ucu donmuştu, ayaklarım da buz gibiydi. Ellerimi içi boşluk kalacak şekilde birleştirip içine soluyarak ellerimi ısıtmaya çalışıyordum, inşallah beni tinerci zannedip içeri almazlar diye düşündüm.

 

Gözlerimi açtığımda Elif’in yanımda ağlıyor olduğunu gördüm. Sağ elimin işaret parmağını E.T. gibi uzattım, akan gözyaşına ucunu değdirdim, sonra gözyaşlı parmağımı dudağımda gezdirdim. Saçını ve tenini içime çektim ve “elveda” dedim, “seni hep iyi anımsayacağım”.

 

Eve ne zaman ve nasıl geldiğimi, arabayı nereye park ettiğimi hatırlayamıyordum, anne ve babamın beni karşılama nidaları terkedilmişliğin soğuk betonarme duvarından geçerken boğuklaşıyor ve anlamsızlaşıyordu. Acı önce tenime, sonra kaslarıma, oradan da kemiğimin iliğine işliyordu. Youtube’u açtım:

 

Elimde eski bir aşktan kalma tutku damlacıkları

Arkamda diz boyu balçık hatıraların ışığı var

Yıkmış atmışım herşeyi

Bir ben kalmışım ortada

Birde sen içimde, tam şuramda

 

Sabah uyandığımda, vücudumun her yeri ağrıyordu. Güç bela ağzıma birşeyler soktum. Yüzümün karanlığı, The Crow filmindeki Brandon Lee gibiydi, kimse benle konuşamıyordu. Kardeşim yanımdan geçerken gözlerini yere çevirmek zorunda kalmıştı. Omuzlarım aşağıda arabaya indim, annem bile durumumdan etkilenmiş, sadece susup beklemek zorunda kalmıştı.

 

Arabayı parkettim, yine sol bacağım uyuşmuştu. Buralarda bir park levhası vardı diye düşünürken, kafamı yine park edilmez tabelasına çarpmayı başarmıştım. Soğuk öfkem, sıcak bir lav topuna dönüşmüştü, o direği ve o direği oraya dikeni paramparça etmek istiyordum. Direğe bir tekme savurdum ve artık hem başım, hem kasığım hem de ayağım ağrımaya başlamıştı. Annem şaşkınlıkla beni izliyordu. Bir an durdum, kendimi gözlükçünün ışıltılı vitrinindeki yansımamdan gördüm ve gülmeye başladım.

 

Ne demişti Jane Fonda abla jimnastik öğretirken: “No pain, no gain”.

 

Bugünkü tedavi ilki gibi uzun sürmeyecekti. İlk önce kan sayımı yapılmak için kan alınırken, tedavi için boş bir serum da takıldı. Kan sayımımda her hangi bir problem yoktu. Neyse ki çok fazla da bulantım olmuyordu, halsizliğim de bir nebze azalmaya başlamıştı.

 

Salı günü işe gittiğimde, millet beni gördüğüne çok şaşırmıştı. Bence iki şey onları rahatsız ediyordu: ilki bu hastalığın onlara bulaşacağından korkuyorlardı, ikincisi ise bana uygulanan kemonun onlara nüfuz edeceğini düşünüyorlardı. Hiçbir şey olmamışçasına yürüyüşüme devam edip, açık ofisdeki boxuma ulaştım. Bilgisayarımı açtım; elif1980 şifremi değiştirmem gerekiyordu, wallpaperdaki tatil fotoğrafımızın dijital ortamda sararıp solmasını da bekleyemezdim.

 

-“Adamım, nasıl gitti kemo? O kadar mesaj attım, insan bir haber verir.”

 

-“Müdür” dedim usulca. “Ben bu işin ta aq. Hayatım acıklı Türk filmine döndü, tek fark saçlar unlanmayacak, fakat dökülecek.”

 

-“Neden wallpaper’ındaki Elif’in fotoğrafını kaldırp yerine Windows’un otlağını koydun adamım?”

 

-“Yavııııızz, Ya-vız” dedim. “Boşgeç müdür, boşgeç.”

 

-“Sen bırak o işleri de, neler oluyor âlemde anlat bakalım? Namım yürüdü mü, bu bir? Komutan ne yapıyor, bu da iki?” dedim.

 

-“Herkes seni merak ediyor. Bu aralar da işe gelmeni pek beklemiyorduk doğrusu.”

 

Bu noktada gizemli ve özlü bir söz söylemem gerektiğini hissediyordum, bu aforizma bunca yaşanmışlığın özeti, bir nev’i özgürlük bildirgesi olmalıydı. Abraham Lincoln gibi sakalımı sıvazladım, ki işe ilk kez sakalımı kesmeyi unutarak gelmiştim ve ağzımdan şu cümle ortama saçıldı:

 

-“Adam olacak çocuk, şeyinden belli olurmuş”.

 

Çok da uygun olmadı galiba diye düşünüp, döner koltuğumla arkama döndüğümde Yavuz’un yanında Berna komutanı gördüm. Yüzüm azcık kızarırken, midem de bulanmaya başlamıştı.

 

-“Nasılsınız Berna Hanım?”derken ayaklarının dibine kusmamak için kendimi zor tutuyordum. Erkeklik yapıp, nasılsa bana birşey olmaz diye bulantı hapını yutmamıştım. Elimi cebime bulantı hapı bulurum umuduyla attım, fakat garip koyu kıvamlı bir şey elime bulaştı. Bu da nedir diye elimi kaldırdığımda kırmızı renkte olduğunu gördüm.

 

-“Kanıyor!” diye bağıran Berna Hanım bir anda olduğu yere boş bir çuvalmış gibi çöktü. Galiba komutanı kan tutuyordu.

 

İşe gelişimin ilk dakikalarında ortama adrenalin pompalamayı başarmıştım. Evde ketçap bittiği için McDonalds’daki ketçap poşetini cebime atıp unutmam ve onun da cebimde patlaması son nokta olmuştu. Kokoş arkadaşlarım köklerindeki nefis Boğaziçi kolonyasını unuttuğundan ve tabi ki de ortamda soğan, sarımsak bulunmadığından, Berna Hanımı ayıltma görevi Gucci Rush’a kalmıştı. Rush’ın ağır şekerli kokusu, ketçaplı bir el, o ele bağlı kemolu bir kafa ve bayılan bir müdür, yanında güvenlikle tam bir absürd komedi sahnesinde gibiydik.

 

Bu sahnede background bir müzik olmalıydı diye düşündüm:

 

Bir sabah karşında göreceksin beni

Yüreğinde anılar canlanacak

Gidişim suskun olmuştu ama

Dönüşüm muhteşem olacak

 

Hakikaten, kısa süreli bir ayrılıktan sonra dönüşüm muhteşem olmuştu. Berna komutan, onun bir zafiyetini ortaya çıkardığım için benim defterimi düreceğine adım gibi emin olmuştum. Ortamdaki coşku, unuttuğum bulantı ilacının yerine geçmişti. Artık midem falan bulanmıyor ve kendimi çok “fresh” hissediyordum.

Çarşamba ve Perşembe günleri her zamanki sıradanlığında, bol toplantılı ve az işli geçmişti. Açık ofisin kurallarına alışırsanız hayatınız rahat eder. Önemli olan oyun oynarken görülmemektir. Ben de çaktırmadan Spider Solitaire oynayıp, önemli bir iş üzerinde çalışırmış gibi yapıyordum.

 

Tekrar Pazartesi geldiğinde sanki tüm kemo bitmiş gibi hissetmiştim, fakat birinci turun sadece sonuna gelebilmiştim. Bugünkü kan sayımımda lökositler biraz düşük çıkınca hemşireler Dr. Ayşe Hanımı aramışlardı. Kemo ertelenir miydi?

 

-“Kan sayımınızda lökositleriniz düşmüş. Bu durum kemoterapiyle ilişkili, ancak dikkat etmeniz gerekiyor. Enfeksiyonlara açık oluyorsunuz bu dönemlerde.”

 

-“Şu anda hiçbir şikâyetim yok, ama sizin kartınızı alabilir miyim?”

 

Dr. Ayşe kumral, açık tenli ve uzun boyluydu. Tırnakları kısa kesilmişti, kenarlarında herhangi bir yenme emaresi yoktu. Nine West ayakkabısı sade ve şıktı, bileğinde ince ve zarif bileklik vardı. En önemlisi parmaklarında yüzük yoktu. Bir bakışta aşık olunacak bir güzelliği yoktu, ama değişik bir çekiciliği vardı.

 

-“Cep telefonumu numaramı kartın üzerine yazıyorum. Evinizde mutlaka bir derece bulundurmayı unutmayın. Eğer ateşiniz 38 dereceyi geçerse mutlaka bana ulaşın.”

 

-“Rahatsız etmeyiz değil mi kızım?” diye araya annem girdi.

 

Lökositler, annemi endişe kazanına düşürmüştü. Ya öyle olsaydı, ya böyle olsaydı sorularıyla eski öğrencisini kurtarma sözlü sınavına almış gibiydi. Özet olarak ateşim yükselirse enfeksiyon kapmış olduğum anlaşılacak ve antibiyotik başlanması gerecekti. Ne vardı ki bunda herkes nezle olmaz mıydı?

 

Salı günü ofise gittiğimde, millet bana tekrar adapte olmuştu. Boxuma geçip hemen spider solitaire’i açarak kaldığım yerden devam ettim. Acaba laptop’umu getirsem de Assassin’s Creed II mi oynasam diye düşünüyordum.

 

-“Berk Candan!”. Berna Hanım’ın sesini duyunca beynimden vurulmuşa döndüm, çünkü öyle hazırlıksızdım ki, oyun penceresini kapatmama da imkân yoktu, kabak gibi açıktı. Ayrıca tam da kazanmak üzereydim.

 

Miyavlarak, “Berna Hanım?” diye arkamı döndüğümde Yavuz’u elindeki telefonu bana tutarken görünce:

 

-“Ulan Yavuz, yakacağım çıranı.” diye köpürdüm. “Ne cins adamsın sen!”

 

-“Oğlum seni kafalamak için çektiğim eziyeti bir bilsen. En az iki saatlik kayıt yaptım, sırf Berna Komutanın ağzından Berk Candan kelimelerini almak için.”

 

-“Harbiden ruh hastasısın sen müdür. Seni doğrudan hastaneye kapatmak lazım. Haftaya istersen gel götüreyim.”

 

Yalandan yapılan birkaç iş ve cevaplanan birkaç mail’den sonra mesai bitmişti.  Yavuz’la birlikte Atiye’ye gitmeye karar verdik. Limontalarımızı yudumlarken Yavuz’da bir haller olduğunu anlıyordum. Kemo kafası mı konsantrasyonumu bozuyordu, yoksa bir anda çok şeyi birden yaşamak mı bozuyordu bilmiyordum? Hani fotoğraf çekerken objeye fazla yaklaşırdınız da alet odaklanmak için bızt-zıst sesler çıkartır, tam netliği yakalarken bir anda kaybolur, bunu sık yaşamaya başlamıştım. Yoksa çoktan arkadaşımın durumunu çözerdim.

 

Atiye sokağın en önemli işlevlerinden bir tanesi Taksim dolmuşlarının kuyruğuna ev sahipliği yapmasıydı. Bu dolmuşlar Beyaz Türklerin doğumuna şahit olmuş, hattı zatında doğumu hastaneye yetiştirirken de, Beethoven dinletmiş olmaları muhtemeldir.

 

-“Müdür, şurada ilerideki sakallı kim biliyor musun? George Clooney, burada sevgilisi varmış, Komo Gölünde değil buralarda takılıyormuş.”

 

-“Abiciğim, hep aynı bayat espiriyi yapıp duruyorsun, o gazeteci Abdurrahman Dilipak.”

 

-“Kemo senin kafanı bulandırmış birader, Ahmet Hakan o!”

 

-“Adama böyle yedirirler zokayı Yavuz Efendi.” diye pis pis güldüm.

 

-“Biz ayrıldık” dedi sessizce Yavuz. “Nasıl hissetmem gerektiğini bilmiyorum. Bir yandan ondan çok ayrılmak istiyorum. Beni mahvetti, tüketti, kaprisleriyle delirtti, ama bir yandan da her şeyi onunla yaşadım, onunla büyüdüm, onunla ergenleştim.”

 

Yavuz’u ilk kez bu kadar savunmasız görüyordum, bu beni çok şaşırtmıştı. Her zaman geçerli sebepleri olan ve her şeyi normal karşılayan bir insan, bulutların arasından aşağı normal insanlar arasına dönmüştü.  Belgin iyi bir kızdı, ama Yavuz biraz beterdi, abuk sabuk davranma konusunda sanki master yapmıştı. Kızın hevesini kırmak asli görevlerinden bir tanesi gibi davranırdı. Neden bu kadar hınçlıydı Yavuz, neden gölgelerle boks maçı yapıyordu anlamak mümkün değildi.

 

-“Ne büyük tesadüf Elif de benden ayrıldı kardeşim.” derken, bunun pek de bir tesadüf olmadığı konusunda sırtımda bir ürperti gezinmeye başladı. Ne de olsa uzun zamandır Yavuz’la arkadaştık ve bizim kız arkadaşlar da bir şekilde görüşüyorlardı.

 

-“Harbiden mi? Ben sanki hep birlikte evleneceğiz, küçük evdeki gibi olacağız zannediyordum.”

 

-“Sen de çok safmışsın müdür. Sen kızı oyaladın durdun, benimki de, kanser olunca bastı tekmeyi bana. Şabanoğlu Şaban filminde Şaban ve Ramazan’ın iki kör dilenciyi oynadıkları sahne var. Seninle ben benzer durumdayız, ama ben hem kanser, hem de arkasına tekme yemiş olarak mağduriyette 2-1 öndeyim.”

 

Sen öylesin, ben böyleyim diye yarışmaktan yorulmuş şekilde Yavuz’la birbirimizden ayrıldık. Tek terk edilen ben değildim, tek yalnız hisseden de ben değildim, tek değersiz hisseden de ben değildim. En azından kaybedenler arasında eşittim.

 

Saat 23:00 gibi eve geldiğimde, ışıklar hala açıktı. Annem hiç bir zaman gece olmuyormuşçasına Ali Kırca’nın Siyaset Meydanını seyredip, aralarda Ulusal Kanal’a zap yapıyordu. Babam annemin yanında gözlerini açık tutmaya çalışıyordu, gözlerini bir çok açıp yukarı sola bakıp, esneyip “uf puf” nidaları veriyordu. Anne ve babama alelade bir günmüşçesine iyi geceler dedikten sonra yatağıma kavuştum.

Yatağım beyaz çarşaflı, atlas yorganlıydı. Yatağımın üzerine atladığımda deterjan kokusunu hissettim, yorganın için açıp ayaklarımı soktuğumda şükür kavuşturana diye içimden geçirdim.

 

Deprem olmaya başlamıştı, her yer sallanıyordu. Yatağım sağ ve sola giderken, dişlerim de bir birine vuruyordu, sanki İstanbul’da değil de kutuplardaydım. Yatağımda doğrulmakta bile güçlük çekiyordum. Hayatım boyunca böyle bir titreme ve üşüme yaşamamıştım, sanki Hicaz’dan sıtma getirmiştim. İnlemelerimi duyan annem ve babam odama girdiler. Titremekten konuşamıyordum bile. Üzerime bir battaniye koyduktan sonra, annem ağzıma ilaçlı bir su verdi. Bir süre sonra titreme bitmiş, sanki brülör gibi olmuştum. Ateş gibi olmak, buzda titremekten iyiydi.

 

-“Ateş gibi yanıyor yavrum, ne yapmalı? Doktor Ayşe’yi arasak mı? Saat de geç oldu.” dedi annem.

 

Ateş düşürücü ilaçla birlikte sanki üzerime kovayla su fırlatılmışçasına terledim. Bu ter öyle şiddetliydi ki iç çamaşırlarım, yatak, yorgan su gibi olmuştu. Biraz daha devam etse aşağı komşular bile ıslanabilirdi. Ateşim 39,5 dereceden 37,9’a düşmüştü.

 

Annem, Ayşe eski öğrencisi olmasına rağmen gecenin 3’ünde telefon etmekten çekiniyordu. Kemoterapi almıyor olsaydım, hiç dert etmezdim, ancak geçen haftaki kan sayımımda düşüklük vardı

 

-“Febril nötropeni geçiriyorsunuz. Ben size iki tane antibiyotik yazmıştım, elinizde bulunsun diye. İkisine aynı anda başlayalım, şimdi saat 3, ben sabah 7:30’da hastanede olacağım. Birazdan görüşürüz.”

 

Kan sayımı yapıldığında lökositlerimin 1.900 olduğunu gördüm. En azından sıfırdan büyüktü. Dr. Ayşe beni muayene etti ve hem genel durumumun iyi olması, hem de ateşimin şimdilik normale gelmesi nedeniyle hastanede yatmama gerek olmadığını söyledi. Lökositleri yükseltmek için de aşı gibi bir iğne yapılmasını önerdi.

 

Eve gidip yatmaktan başka çarem yoktu. Kafamdaki saçlar avuç avuç dökülmeye de başlamıştı. Evde hapis kalmak da moralimi bozuyordu. Oksijensiz kalmıştım, birşeyler yapmalıydım. En sevdiğim Diesel jeanime atlayıp Adnan Saygun’daki berberime gitmeye karar verdim. Salondan içeri girdiğimde yine şaşkınlıkla karşılandım. Sağıma, soluma baktım, ketçap vesair bir şey yoktu. Berberim Murat beni görünce:

 

-“Abi sana ne oldu?” diye sorması ile kafamdaki parçalı bulutlu kıvamındaki saçlarımın infial yarattığını anladım.

 

-“Tüp patladı Murat’ım. Evde biliyorsun benim iguana var. Sen kalk geceleyin mutfakta avlanmak için dolaş, o sırada ayağıyla da ocağın gazını açmış. Ben de su içmeye girince gaz patlayıverdi. Ben önemli değilim de benim iguana da mefta oldu.”

 

Murat’ın gözleri faltaşı gibi açılmış, “yapma be abim yea” haykırışlarıyla beni dinliyordu.

 

-“Yok be Murat’ım dalga geçiyorum. Aslında kanser oldum, kemoterapi görüyorum, ondan saçlar gitti” diyince, bu sefer bu duruma “yapma be abim yea” demeye başladı.

 

Saçlarımı makinede alırken değişiklik yapmak isteyen Murat “abim yapma be yea” demeye devam etti. Tahminimce Berber Murat Guinness rekorlar kitabına girmeyi hakedecek sıklık ve şiddette bu kelimeleri söyleyebiliyordu. Neyseki saç tıraşım fazla sürmemişti.

 

-“Borcum nedir Murat’ım?”

 

-“Abim yapma be yea!”

 

Salonun nemli sıcağından kel bir kafayla dışarı çıktığımda, hayatımda ilk kez kafamın üşüdüğünü hissettim. Yakınlarda Deriden ve Kara Fırın dışında bir şey yoktu. En iyisi şapka bulmak için Akmerkez’e gitmeliydim.

 

Adnan Saygun Caddesinden Akmerkez’e girdim. Bu giriş tam benim kırmızı canavarım için yapılmış gibidir, dardır, diktir, hızlı inmek yürek ister. Duvarlar nice jeeplerden makas almış, hatta renklerinden kendine sürme de çekmiştir. Baba Michael Caine, Akmerkez o zamanlar olsaydı bu girişi mutlaka “İtalyan İşi” filminde kullanırdı diye düşünürdüm. O film, hem benim yıllar sonra mini almama neden olmuştur, hem de küçük ve ezik gibi görünenlerin birleşince ne güçlü olabilecekleri konusunda bir umut yaratmıştır. Zemin kattaki Adidas’a kendimi attım, LA Lakers’ın şapkasını kafama geçirdim, etiketini pıtlattım. Etiket pıtlatmak zor sanattır, eğer doğru açı ve doğru hızda yapmazsanız parmağınızı acıtabilirsiniz; hatta bir shopaholic’in 2 parmağının bu sevdada koptuğunu bile duymuştum.

 

Arabaya bindiğimde ilk iş olarak, kafa şapkamı arka koltuğa fırlattım. Acaba nereden çıkacaktım, burada dolaşırken sanki uzay yolunun gemisi USS Enterprise’ın içinde gibi hissediyordum, hiçbir zaman nerede olduğumu bilemiyordum. Yalçınlar fotonun önünden geçip Kortel Korusunun önündeki çılgın virajlı yoldan geçerek Arnavutköy sahiline vurdum.  Sola dönmek buradan mümkün değildir, sağa döner, ışıklardan sola kırdınız mı solunuzda benzinlik ilerinizde Bebek kalır. Bebek parkına geldiğim zaman büfenin önündeki otobüs durağının cebine park etmek için şiddetli bir istek duyuyordum ki, aklıma avcı çekicilerin 20 saniye arabaları çektiği enstanteneler geldi. Sağa park tarafına girmek yerine ikinci sokaktan soldaki yokuşa girmeyi tercih ettim. Hafta içi burası arabayı park etmek için cennetti. Yeni aldığım şapkamı kafamı geçirerek parkettiğim yokuştan aşağı indim. “Allah kahretsin” diyerek arabaya geri döndüm. Yolun sağına park etmiştim ama soldaki aynayı kapatmayı unutmuştum. Dar yoldan geçerken ona vururlarsa kesin aynayı kırarlardı, bu ayna da Borusan’ın “de Medici” tamirhanesinde küçük bir servete dönüşebiliyordu.

 

Lakers şapkası kafama hiç uymamıştı. Daha önce şapka takmıştım, ama kafamın derisi bana çok yeniydi. Şapkayı kafama takınca canım acıyordu, çıkarınca da kelim üşüyordu. O yüzden bir takıp bir çıkartıyordum. Bebek Kahvesine doğru yürüdüm. Buraya her geldiğimde Paris Café de Flore’e geleceğimi hayal etsem de, burası Paris’in altıncı bölgesinden çok daha güzeldir. Önce parkı bastığım her adıma dikkat ederek turladım, sonra kahvenin dışardaki masalarından birisine kendimi attım.

 

-“Su bardağına bir çay, bir de içi kaşarlı ve domatesli simit alabilir miyim?” dediğimde iştahımın açıldığını da hissediyordum. Kemoterapinin en sıkıntılı taraflarından birisi ağızda tad hissinin değişmesiydi. Saatin kaç olduğunu anlamak için telefonun sağ yukarı tarafındaki tuşa dokundum; telefonu açmayı bile unutmuştum. Güneşe baktım, saat öğleden sonra 2 civarlarında olmalıydı.

 

-“Berk Bey! Burada ne işiniz var!”

Bu sesi bir yerden tanıyordum, sanki okulu kırmış ve müdür muavinine yakalanmış gibi kalbim hızla çarpmaya başlamıştı. Kaçsam mı dursam mı bilemiyordum, şapkamda görüşümü kapıyordu. Ayağa kalkarak hazır ola geçtim.

 

-“Doktor Hanım, esas siz burada ne yapıyorsunuz?”

 

Doktor hanım, kafasını yana çevirerek gözlerindeki yaşı hırkasının koluyla çaktırmadan silmeye çalıştı. Neden beni görünce doktor ağlamaya başlamıştı ki? Hiçbir şeye anlam veremiyordum. Ben kötü bir şey yapmamıştım ki.

 

-“Duygusal olarak zor zamanlar geçiriyorum. Kusura bakmayın. Adliyeden yeni çıktım ve kendimi burada buldum. Burası hep beni ferahlatır.”

 

Ayakta dikilmiş, otursam mı gitsem mi diye düşünürken, popomda bir temas hissettim. “Hananı!” nidasıyla kedi gibi arkaya zıpladım. “Abiciğim, köpeğine sahip olacaksın, sen çayını yudumlarken köpeğine bakacaksın.”

 

Huylanmış bir şekilde doktorun yanına kendimi fırlattım. Bir andan da paranoid bir şekilde hızlıca kafamı çevirip, köpeği kontrol ediyordum. “Sen git kendi sahibinin poposunu kokla, pis sapık golden retriever!” diye söylenip duruyordum.

 

Kendime geldiğimde Doktor Ayşe’nin gözlerinden yaşlar aktığını gördüm. Bu sefer, ama gülmekten dolayı krize girmişti.

 

Karnımdan gelen bir kızgınlık kulaklarımın ucundan cızt, bızt elektrik kaçağı yaratıyordu, “ne gülüyorsun, şebek mi var karşında?” dememek için zor tutarken, hal ve tavırlarımın Medrano sirkine yakışır olduğunu farkettim.

 

-“Puhahaha!” diye vahşice gülmeye başladım, o sırada anırır gibi bir ses de çıkardığım için ikimizin de kahkası şiddetlendi.

 

-“Ben” diyordum, gülme krizi tekrar tetikleniyordu.

 

-“Köpek” diyordu, gülme şelalesi tekrar akıyordu. İkimizinde karnına kramplar giriyordu.

 

-“Vay vay vay, yüzünde güller açmış.”

 

-“Sabahı kış, öğleni yaz, benim güzel Türkiyem.”

 

-“Gel bir öp bakalım anneni.”

 

Annemi öptüğümde üstümdeki karabasan uzaklaşmış olduğunu hissediyordum. Penceremde güller açmıştı sanki.

 

-“Bizim Ayşe de çok düzgün bir kızmış. Acaba evli midir? Parmağında yüzük görmüş müydün Berk’ciğim?”

 

Ayşe mi desem, Doktor Ayşe mi desem ikileme düşmüştüm. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi, ex kocası elektrik mühendisiydi, farklı bir dünyası vardı, özgürlüğüne düşkündü. Ayşe için aile demek çocuk sahibi olmakla demekti, ex koca da çocuğun kendi ayağına takılacak pranga olduğuna emindi. Temel fikir ayrılıkları bu yarıktan başlamış, daha derinlere ilerlemişti. Son nokta ise ev için biriktirdikleri para ile yeni bir offroad aracı almak istemesi olmuştu. Offroad aracı çok pahalı olmasa da, takım takım lastikleri, vinci, aracın modifikasyonu dyson elektrikli süpürgesi gibi az olan birikimlerini tüketiyordu. Ayrıca Ayşe, çamurda geçen, çiğnenmemiş patika hayatından da pek hazzetmiyordu. Yaban hayatı sırasını uzun ve yıpratıcı geçen ihtisas nöbetlerinde savuşturmuştu ve şimdi daha konforlu bir hayata geçmiş olmalıydım diye düşünüyordu. Ayrılma kararını kolay vermemişti, günlerce, gecelerce düşünmüş, aralarda da ağlamış, kendini suçlamıştı. Nihayetinde kararını verdiğinde Aytuğ’un tek sorusu “emin misin?” olmuş ve evden sadece Colombia montunu alarak ve bir daha geri dönmemecesine çıkmıştı. Bu beklenmedik durum Ayşe’yi hayal kırıklığına uğratmıştı, hâlbuki onca yılın hatırına ateşli bir kavga çıkacağına adı kadar emindi. Kendini değersizin de değersizi hissetmesi bunlara bağlıydı.

 

Pazartesi olduğunda 2. kürün ilk tedavisi başlayacaktı, cis-platin, adından da anlaşılacağı gibi platin ağır metalini içeriyordu. Platinle Türk insanın tanışması, onkologların tanışmasından öncesine dayanır, çünkü Platin Doğan 1956’da ilk bilardo masasını yapmıştır. Ama damarlarıma zerk edilecek platin bilardo kadar keyifli bir şey değildi. Platin, kanser hücrelerine etki ederken ağızda da metalik bir tad bırakması, bende sanki böcekmişim ve ilaçlanıyormuşum hissi uyandırıyor, moralimin bozulmasına neden oluyordu. Geriye kalan kemoları sayıyordum, ama şafak hiç doğmayacakmışçasına uzaktı. Takvimin üzerine attığım çarpılar kafamdaki kalan saç telleri kadardı. Ama her şeye rağmen Ayşe’yi görmek beni heyecanlandırıyordu.

 

Kendimi neşelendirmek için, hemşire damarıma girerken içimden “Oh beybi” dedim ve üst dudağımı yayıp, alt dudağımı üst dişlerime doğru nefesi çekerek “hıff”ladım. Eğer vücudunu kasmazsan bu iğneler fazla can acıtmıyordu. Eski Türk filmlerinde bu sahnelerde doktor rolünde Nubar Terziyan “Aczimayacak evladim, aczimayacak” der ve bir atı devirecek büyüklükte olan iğnesini çantasından çıkarttırdı. Neyseki tıp ilerlemişti. Bakalım kan tahlili kazı kazanında kemoyu tutturabilecek miydim?

 

Yanımdaki Meral Hanım, 2’yi, tutturmuş, lökosit düşüklüğünden dolayı erteleme almıştı. Meral Hanım’ın da enteresan bir hikâyesi vardı: geçen sene sezaryenle doğum yapılırken jinekoloğu karın içinde nohut tanesi kadar bir kitleyi tesadüfen görmesi, hayatının akışını bir anda değiştirmişti. Yeni doğan bebeğin telaşı içinde patoloji sonucunu almayı bile unutmuştu, fakat doktoru arayıp bir tür yumurtalık kanseri olduğunu söyleyince dünyası başına yıkılmıştı. Liseden sonra okumamış olması zekâsından veya derslerine az çalışmasından kaynaklanmamıştı, babasının ölümünden sonra başına geçmesi gereken bir fırın vardı. Planlarında ise ikinci çocuktan sonra Açık Öğretim Üniversitesinde İşletme okumak vardı. Fırınında, çalışanlarına karşı hep adil olmayı tercih etmişti, müşterilerini de her zaman el üstünde tutardı. İşin kalitesi ve müşteri memnuniyeti her şeyden önemliydi. Bu mükemmellik isteği, maliyetlerini arttırıp para kaybettirse de uzun vaadede iyi ve dürüstlerin her zaman kazanacağını söyleyen babasını anımsardı. İkinciden sonra üniversite fikri ise, işini genişletme ve zincir kurma hedefinin ön çalışmasıydı. Kanser gıcık bir şekilde bebeğine ayıracağı zamanı ve sütü sekteye uğratmış ve iş hedefine ulaşacağı zamanı geciktirmişti. Bir başka sıkıntı ise kendine güveninin simgesi olduğu düşünülen, kırmızı ve mavinin karışımıyla elde edilen magenta renkli saçlarıydı. Bu rengi kendi iç huzurunu ve ateşli hırsını yansıttığı için özellikle seçmişti. Ne de olsa yükseleni başak olan akrep burcu kadınıydı. Saçları kemoyla döküldüğünde peruk önerisini şiddetle püskürtmüştü. Kanser bile bedenini, ruhunu ve özgürlüğünü tamamen ele geçiremezdi. Bugün sonuncu kemoterapiyi almayı bekliyordu, uzun bir mücadeleden çıkmak üzereydi. Bir hafta ertelemenin olabileceğini de hesap etmişti. Karnındaki bıçak izini parmağıyla izledi, midesinden başlayan kabartı, göbek deliğinin etrafından kıvrılarak aşağı ilerliyordu. Cerrah ne var ne yok toplamıştı karnından; yumurtalıklar, rahim, karın zarı, birkaç bonus lenf bezi. Neyse artık adet sancılarım bitecek, adet öncesi gerginliklerim de azalacak diye kendini avuttu.

 

-“Berk Kardeş, haftaya burada mısın? Ben şimdi gidiyorum, ama haftaya benim için son kemo olacak. Fırından sana ne getireyim?”

 

-“Meral, tarçınlı kurabiye istiyorum, ama senin elinden.”

 

Geçen gün geçirdiğim ateş ve lökosit düşüklüğü, bende erteleme olasılığının yüksek olabileceğini düşündürüyordu.

 

-“Kan sayımınız biraz alt sınırda, ancak tedaviye devam edeceğiz. Kemoterapi sonrasında lökositleri yükselten aşı yapabiliriz. Bunun dışında biyokimyasal değerleriniz normal sınırlarda; bunların arasında da en fazla cis-platin nefro-toksisitesini değerlendirmek için üre ve kreatinine bakarız. ”

 

Kemoterapi olağan ritüelinde başladı. Önce bulantı gidericiler, sonra boş serum, sonra cisplatin, sonra da etken maddesi etoposid olan kemoterapi ilacı. Son ilaç Mayıs Elması bitkisinden elde edilen bir çeşit ilaçtı. Bunları okurken, doğal tedavi yöntemleriyle, doğal olmayan tedavi yöntemleri arasındaki farkları düşünüyordum. Bu dünyada doğal olan her maddeyi çiğ veya değiştirerek kullanmıyor muyduk? Örneğin eti pişiriyor, çilekleri reçel yapıyor, 11kg sütten 1kg kaşar peyniri üretmiyor muyduk? İnternet, kemoterapinin yapıldığı bu alt kattan zorlukla çekmesi, araştırmamdan beni soğutuyordu. Hemen Yavuz’a mesaj çekmek aklıma geldi:

 

-“Nbr adamım? Alive’n kicking?”

 

Aradan 15 dakika geçmiş olmasına rağmen herhangi bir cevap gelmemişti. Saat 11’e geliyordu, güneşli bir hava sokakları ısıtıyordu. Her çalıştığım gün, bugün işe gelmemiş olsam neler yapardım diye düşünüp durmuştum. Bir bk yapamazmışım onu anlamıştım. Yılın bu mevsiminin şu dakikalarında arkadaşlarım çoğunlukla işteydiler. Kemo sonrası Çeşme’ye basıp gidip Köşe Kafenin eski köy kahvesinin hemen yanındaki masasına kurulup, etrafınızı nazlı bir şekilde seyrederken sakızlı Türk kahvesi eşliğinde bir bardak sakız likörünü yudumlamanız demek, çoktan nalları dikmiş olduğunuzun göstergesi olabilirdi. Hiç olmazsa Manda batmaz’da olaydım diye düşündüm. Manda batmaz ne mi? Onu da siz bulun yani.

 

Kemo bittiğinde, artık pek de halim kalmamıştı. Sabahki öforik halim, bir akşamsefasının gecesi gibi kapanmıştı. Sarı renkli borazan şeklinde gösterişli ve de bir o kadar arsız çiçek, sanki maniden depresif hale bir anda geçivermişti. Tam o sırada titreşen telefonun ekranına baktığımda “Yavuz Cep” yazısını görmemle, telefonun sağ üstteki tuşuna bir an için tıklamam bir olmuştu. Artık pek kimseyle konuşmak istemiyordum, artık pek bir insan da görmek istemiyordum. Yaşama enerjim bitmez üzereydi. Ceza ve Müslüm Gürses’in şarkısını açtım, yarım kalan sevgiye, şu emanet gülmeye, yaşamadan ölmeye, itirazım var. Ben hep yenilmeye mahkûm muyum? Ben hep ezilmeye mecbur muyum? İtirazım var bu yalan dolana. Benim şu dertlere ne borcum var ki?

 

-“Benim derdim kendime paşam” dedim kendi kendime, o dert ise sadece eve gitmek, ne olursa olsun o yatağa yatmaktı. Ne haz, ne de hicazdı, sadece beyaza serilmekti, hırsım yoktu diğerleri gibi.

 

Ayaklarımı sürüyerek hastaneden dışarı çıktım, arabamı park ettiğim yere yaklaşırken sadece yere bakmaktaydım. Arabamı geçtim mi diye arkama bakarken yumuşak bir şeye gövdem ve sol omzumla çarparak durdum. Yavaş çekimde seslerin pesleşmesi gibi:

 

-“Aağfeğğder”le başlayıp, çarptığım kişinin Doktor Ayşe olduğunu gördüğümde hızlı bir “siniz” ile bitirdim. Sanki anında şarj olmuştum.

 

-“Kemodan yeni çıktım da, arabamı arıyordum. Kusura bakma, umarım canın yanmamıştır.”

 

Ayşe’nin çatılmış olan kaşlarına rağmen kırışamayan alnında botoks mu vardı? Acaba bana çok mu sinirlenmişti diye düşünürken, kaşlarının iç köşeleri birbirlerinden ayrılırken, kuzey kutbunu gösteren kaşlarının tepe noktası dinmişti.

 

-“Yoksa yine bir köpek tarafından taciz mi edildin Berk?” derken, elmacık kemikleri yukarı kalkmıştı.

 

-“Yardıma ihtiyacın var mı?”

 

-“Galiba arabamı çekmişler. Hâlbuki burada da park yasağı levhası yok.”

 

-“Benim de buradan arabamı çekmişlerdi.”

 

Dertler kiloyla gelip, gramla gidiyor gibiydi. Hayatta en sinir olduğum şey arabamın park edildiği yerden çekilmesiydi. Arabayı ne yapacaktım, katlayıp cebime mi koyacaktım? İçimden çeşitli tonlarda bela okurken, Ayşe’nin şaşkınlıkla beni seyrettiğini farkettim. Garip mi görünüyordum?

 

-“Berk, benim hastaneye dönmem lazım. Bir şeye ihtiyacın olursa bana haber ver.” dedi ve yanımdan hızla ayrıldı. Yalnızlığın ağırlığı, her iki omzumu aşağı basarken, arabamın çekilmesinin verdiği öfke beni ileri itiyordu; Kızılmaske olup etrafı dağıtmak, bütün hayatımı korsanlık, haksızlık ve zalimlikle savaşmaya adamak istiyordum. Hattı zatında kuru kafalı mührümü çeşitli yerlere basmak da istiyordum.

 

Kara ormanlarda derler ki: “Fantom, on kaplan gücündedir”.

 

İnce ve nazik bir sesle: “Memur Bey, arabamı alacaktım da.” diye sordum

 

-“Tamam, ödeyeyim. Kredi kartı geçiyor değil mi? Ne? Geçmiyor mu? En yakın bankamatik nerede biliyor musunuz?”

 

On kaplanımdan birkaçı yolda mefta olmuştu. Kuru kafalı yüzüğüm yerine banka kartımı çeşitli yerlere basmam da kendimi Kızılmaskeden çok En Kahraman Rıdvan gibi hissetmeme neden oluyordu. Tekrar taksiye binmem, bankamatik bulmam, geri dönmem, parayı ödemem gerekiyordu. Bu görevi zor bela yerine getirdikten sonra eve varmam akşamın yedisini bulmuştu. Acaba Eden adasına varıp huzuru bulabilecek miydim?

 

Ayaklarımı sürükleyerek eve girip kapıyı açtığımda, Osman Hamdi Beyin Lübnan’ın Sayda şehrinde bulduğu İskender Lahdine toslamam bir oldu. Annem, sinirden mermer rengindeydi ve 25 tonluk lahitin üzerine tasvir edilmiş Büyük İskender’e benziyordu. Ancak aralarında bir fark vardı, İskender’in kıvırcığa yakın dalgalı saçlarının yerine annemim bigudileri vardı.

 

-“Neredesin sen evladım, bu saat oldu hala yoksun. Bir de beni yalnız bırakın, ben tedaviye yalnız giderim diye bize etmediğin laf kalmadı.”

 

-“Biz yaşlı insanlarız evladım, serseri mayın gibi bir orada tedavi al, sonra kafana göre takıl. Olacak iş değil. Biz senin peşinden koşmak zorunda mıyız? Ayrıca telefon denilen bir icat var, değil mi çocuğum? İnsan gecikeceği zaman annesini veya babasını arar!”

 

Annemin köpüren ağzından çıkan tükrük partikülleri, CERN’in Büyük Hadron Hızlandırıcında ok haline gelmiş ve bana seri bir şekilde çarpıyordu. Bu kıskaçtan kurtulmam gerekiyordu, annemin ilgisini başka yere çekmek için acilen birşeyler zırvalamalıydım.

 

-“Anne ben evlenmek istiyorum.”

 

Can havliyle söylediğim bu cümle annemi DVD oynatıcının pause tuşuna basılmışçasına dondurdu. 3 saniyelik bir duraklamadan sonra annemin gözlerinde hafif bir nemlenme başladı.

 

Allah’ım, galiba uyuyan canavarı uyandırmıştım. Kendi kendimin bacağına sıkmıştım, bu yangın benle ölünceye dek yaşayacağına adım gibi emindim. Neden bu kadar zevzektim? Bu kadar salak olmak zorunda mıydım?

 

Kendimi davulun ve zurnanın desibel rekoru kırdığı, gelinin ata bindiği, damadın arkadaşları tarafından sırtından yumruklandığı, herkesin limonata içip, masa altı votkasıyla kafayı bulduğu mizansenin içinde buldum. Saç çizgimin olması gereken yerden ince bir ter dalgası, yer çekimine karşı gelerek kafamın tepesine doğru ilerlemeye başladı. Başka bir numara bulmalıydım, ama ok yaydan bir kere çıkmıştı. Annemi tanıdığım kadarıyla, şu anda onun yüzünde oluşan ışıltı, yakın bir zamanda ne olursa olsun beni evlendireceğine kani olduğunu gösteriyordu.

 

“Anne”, dedim usulca. Bir anda gerçek hayatttan çıkmaya başlamıştım. Sanki bulunduğum evrenin dışına hızla çıkıyordum, kanımdaki adrenalin miktarı sıfırın altına inmişti. Annemin bazı sesler çıkarttığını duyuyordum, ama bunlar herhangi bir anlama beynimde çevrilemiyordu, sağ bacağımın dizinin ileriye gittiğini görüp, sol dizimin ileri gidip ayağımın yere basışını hissettim. Gerçekten bir numara bulmama gerek kalmamıştı, günün heyecanlı temposu beni ayakta tutmuş olsa da kemoterapinin ağırlığı vücudumu ve ruhumu tahmin edemeyeceğim bir hızla ele geçirmişti.

 

Sadece karanlığa erişmek ve o derin karanlıkta virgül gibi kıvrılmak dışında başka bir şey istemiyordum.

 

Sabah 2’ye doğru uyandığımda hala gördüğüm karabasanın etkisindeydim. Önce üzerimdeki gömleği düğmelerini açmadan üzerimden sıyırdım, yatak çarşafı Pacman’e benzemiş, sanki beni yemeğe çalışıyor gibiydi. Kapı ve pencerenin kapalı olmasından dolayı odanın havası nefes, nem ve kemo karışımıyla koyulaşmıştı.

 

Rüyamda bir şilebin içindeydim, gökyüzünün rengi turuncuya yakındı, ancak gün doğumu muydu, gün batımı mıydı anlayamıyordum. Şilebin güvertesinden denizi göremiyordum, ama renklerin koyuluğu sanki deniz seviyesinde değil de yüksek rakımlı bir yerde olduğumuzu düşündürüyordu. Acaba Nuh’un gemisinde miydim? Bilinçaltım bana nasıl bir mesaj veriyordu? Ambar kapaklarından içeri baktığımda içerisi geniş bir boşluk gibi duruyordu, cebimden çıkardığım madeni parayı, derinliğinin ne olduğunu anlamak için atmayı düşündüm, ama peşimdeki adamlar mutlaka bu sesi duyardı. Peşimdeki kötü adamlar kimdi bilmiyordum. Bu ne biçim bir rüyaydı, onu da anlayamıyordum.

 

Kargo gemisi uçsuz bucaksız görünüyordu, güvertenin ortasından yukarı çıkan ters L şeklinde 4 tane vinç vardı. Geminin arka bölümünde bir kale gibi göğe doğru yükselen, tepesinde şahin yuvası görünümünde önü cam olan kaptan köşkünü gördüm. Belli belirsiz olan sürekli bir uğultu, makinaların çalıştığını ve geminin yol aldığını gösteriyordu. Görevim geminin ilerlemesini ve benim sonumu getirmesini engellemekti.

 

Giriş kapısından içeri girdiğimde makinanın uğultusu artık göğüs kafesimi de titreştirmeye başlamıştı. Makine dairesini bulmalıydım. Önümdeki kenarları yuvarlanmış gemi kapısının üzerinde “U.M.S Halinde Kapalı Tutun”. U.M.S. geminin adı mıydı? Muhtemelen bu kadar büyük geminin kontrolüyle ilgili birşeydi. İçerisi floresan ışıklarıyla aydınlanmış ölü renkli bir yerdi. Bu voleybol sahası büyüklüğündeki alanın ortasındaki boşlukta bulunan ve olduğum seviyeden dik bir merdivenle inilen silindir kafalarını görebiliyordum. Sessizce trabzanlara doğru yaklaşırken saçlarıma sert ve soğuk bir metalin değdiğini hissettim.

 

-“Senin bedenini ele geçirdik, şimdi de ruhunu ele geçireceğiz.”

 

Ellerimi havaya kaldırdım ve sol ayağımı ileri bir adım atıp, sağ ayağım ekseninde yavaşça arkama dönmeye başladım. Korkmuş ve titreyen bir sesle:

 

-“Ben sana ne kötülük ettim?” derken sağ ayağımı sol ayağım yanına koymuş ve kolunda yengeç dövmesi olan saldırganla karşı karşıya kalmıştık. Silahın namlu kısmında 6 harfi içinde lock yazısı, taktik silah Glock’un tehditi olduğumu anlamamı sağlamıştı. Bu silahın polimer yapısı sanılanın aksine metal detektörüne yakalanmasını engellemiyordu, sadece silahın daha hafif olmasını sağlıyordu.

 

Korkudan ağlarmış gibi yaparak kafamı aşağı eğerken, sol elimle saldırganın silahı tutan sağ elinin bileğini kavrayıp, sağ elimle parmaklarıyla bileği arasındaki bölgeyi tuttum. İşaret parmağımı saldırganın tetik üzerine tuttuğu parmağının üzerine koyup, namluyu yüzüne doğru çevirdim. Bu beklenmedik hareketim saldırganı afallatmıştı, ama bu yeterli değildi. Namluyu biraz daha dışarı alıp işaret parmağına bastırarak, kendine ateş etmesini sağladım. Glock’un güçlü sesi, makine dairesinde yankılanırken, sağ kulağında oluşan barotravma, saldırganın acıdan bayılmasına neden olmuştu. Kurşun ise metal duvardan sekip yukarı gitmişti.

 

Çıkan sesin diğer yengeçleri uyarması kaçınılmazdı, hızlıca yoluma devam ederek motor kontrol odasına vardım. Sağ tarafta gri renkli elektrik panoloarının üzerinde yeşil ve kırmızı renkli küçük lambalar yanıyordu. Bir kısım panellerde ampermetre, voltmetre gibi ölçüm cihazlarının zarif gösterge iğneleri mevcuttu. Burası aynı zamanda ofis gibi kullanılıyor olmalıydı; yerler orta hattı krem, her iki dış kenarı yeşil vinil kaplıydı. Sol tarafta üzerinde 2 tane bilgisayarın olduğu yaklaşık 7 metrelik bir kontrol paneli vardı. Tam karşıdaki duvarda yan yana duran üç beyaz tahtada “Görev: Sonsuzluk, Güç ve Kaos” yazıyordu. Buradan geminin ilerlemesini kalıcı olarak engellemem mümkün değildi. Başka bir şey bulmam lazımdı.

 

Bir kat aşağı indiğimde dar bir alanda karşıma yan yana dizilmiş dört tane imbik gördüm. Burada yoğun petrol ve yağ kokusu vardı. Her imbiğin etrafından borular ve vanalar çıkıyordu. Ana jeneratöre giden bu koridorda 2 tane yengeç belirmişti. 2 kişiyle nasıl mücadele edecektim? Neyse ki kontrollü rüya içindeyim diye düşündüm. Önde duran saldırganın boyu 1,90’a yakın olmalıydı, omuzlarının genişliği, boynunun orta kısmından başlayan üçgen tarzındaki gelişmiş kas hüzmesine bakarak bu adamın profesyonel güreşçilik geçmişinin olduğunu düşündüm. Sert bir kayaya çarpacak gibiydim, arkada duran adam bu izbanduta bakılınca daha cılız duruyordu. İki kişiyle mücadele ederken ilk önce en zayıf halkayı indirmek uygundu, ancak bu dar koridorda arkaya da geçmem mümkün değildi.

 

Rüyanın içinde olsam bile olayları gerçekmiş gibi yaşıyordum. İzbandut sağ eliyle doğrudan yumruk çıkartırken ben de sol ayağımı ileri sola atıp, sol ön kolumla yumruğunu kestim, sağ kolumu geniş dairesel hareketle yengecin kolunu aşağı süpürerek sağ ayağımı bir adım ileri daha attım. Üçüncü adımımı ilerlettiğimde, arkadaki yengece yaklaşmıştım ve net bir şekilde her iki eliyle tuttuğu sopasını yukarı kaldırırken gördüm. İzbandutun burnuna sağ kolumu aşağıdan yukarı kulaç atarmışçasına vururken, bunun ona yetmeyeceğini düşünerek sol elimle sağ böğrüne yumruk attım. İzbandut yere devrilirken, arkadaki yengeç sopasının en üst seviyeye kaldırmıştı bile. Aramızdaki mesafeden dolayı, sopaya elimle müdahale edemezdim, ancak menzilinden kaçacak bir yerim de kalmamıştı. En iyisi kontratak yapmaktı, yengeç her iki kolunu yukarı kaldırınca alt bölgeleri tamamen savunmasız kalmıştı. Sağ ayağımla sağ yumruğumu birlikte hareket ettirerek sol dizimi yere koydum. Yengecin kasıklarına inen bu yumruk, elinden sopanın düşmesine ve öne doğru eğilmesine neden olmuştu. Kafası benim kafamdan yaklaşık 30 cm yukarıdaydı, her iki kolumu geriye aldım ve yukarı zıpladım. Bu ters kafa atma benim canımı bir hayli yakmıştı, ama zayıf halka olarak düşündüğüm yengeç çok da etkilenmişe benzemiyordu. Dudağındaki kanı sildi ve ileri doğru atıldı, önce sağ sonra sol yumruğunu yukarı kesişlerle bertaraf etsem de bu yengeç sıkı dövüşçüydü ve bunun üzerine hızla sol dizime yandan tekme attı. Acıdan gözümden yaş gelmiş ve sağa doğru kıvrılmak zorunda kalmıştım. Sağ eliyle hızlı bir şekilde yüzüme yumruğuna başlarken, can havliyle sağ kolumla kestim ve devamında sağ elimin tersiyle burnuna vurdum.

 

İşte bu sırada uyanmıştım. İnsan zihni ne enteresan bir şey diye düşündüm: metaforlar ve sembollerle yaşadıklarını anlamaya mı çalışıyordu, yoksa kendisini önemli hissetmek için mi bu numaralara başvuruyordu, bilmiyordum.

 

Uykumu almış gibi bir saat kadar odamda dolandıktan sonra tekrar uyumuş olmalıydım. Babamın sesi uzaklardan gelip iyice yakınlaşmıştı. Acaba servis mi geldi diyordu, ama ben bu sabah okula gitmek istemiyorum baba diyecek oldum. İkinci kemonun ikinci gününde olduğumu anımsadım, okul ve servis günleri çok geride kalmıştı.  Ömrü dolan lityum-ion pili gibi hissediyordum; ne kadar şarj edilsem de enerjiyle tam dolmuyordum.

 

Hastaneye vardığımda artık yalnız değildim, annemle simbiyoz içindeydik. Kemoterapi hemşiresiyle kısa bir konuşmadan sonra tedavi başladı. Ben de kulaklıklarımı takıp kendimi dış dünyaya kapadım: “iPhone- DisConnecting People”. Üçüncü, dördüncü ve beşinci günler benzer şekilde geçti.

 

İkinci kemoterapinin ikinci haftası neyse ki kısaydı ve pek bulantı da yapmıyordu. Salı günü işe gittiğimde meraklı gözler üzerimdeydi. Yüzümün ifadesi sanki değişmiş gibiydi, insanın saçlarının olmamasından çok, kirpikler ve kaşların da azalması hastalıklı bir görüntü veriyordu. Ofis içinde yürürken etrafımda soğuk hava dalgası da yayılıyor gibiydi. Bu durum canımı sıkıyordu, Einstein’ın sözü aklıma geldi: “Önyargıları yok etmek, atom çekirdeğini parçalamaktan daha zordur.”

 

Acilen Yavuz’u bulmalıydım. Kendi odama geçmeden Yavuz’un odasına baktım, yoktu. Cepten aradım.

 

-“Müdür, seninle acilen konuşmamız lazım. Odama gelir misin?”

 

Saniyeler içinde Yavuz odama gelmişti. Yüzü aceleden solmuş ve endişeli görünüyordu.

 

-“Ne oldu kardeşim? Her şey yolunda mı?”

 

Yavuz, acilen onu çağırmamdan dolayı son derece gerilmişti. Galiba vasiyetimi açıklayacağımı zannediyordu.

 

-“Yavuz’cuğum, sana bazı şeyleri açıklamak istiyorum. İstersen şöyle otur.”

 

-“Berk, ne oldu? İyi misin? Nedir?” derken Yavuz’un suratı korkudan bembeyaz olmuştu bile.

 

-“Birazdan söyleyeceklerim biraz canını sıkabilir.”

 

-“Ee abi, neymiş?”

 

-“Seninle Call of Duty oynuyorduk, hep ben seni yeniyordum ya. Ben seni hep kekledim, hep teleport hilesiyle seni buluyor ve haklıyordum.”

 

Yavuz ilk önce onunla dalga geçtiğimi anlayamamıştı, hala ciddi başka şeyler söyleyeceğimi zannediyordu. Küçük bir esten sonra jeton düşmüştü.

 

-“Sen ne adi adammışsın. Ben de neden sürekli yeniliyorum diye kafayı yiyordum. Seni pis hilekâr, düzenbaz seni.”

 

Küçük numaram, bizi tekrar yakınlaştırmıştı. Ne ben kendi gözümde uzaylıydım, ne de Yavuz’un gözünde öyleydim.

 

-“Müdürüm, dağa gidelim yarın. Hala daha sezon açıkmış. Hafta içi de boş olur. ”

 

-“Yarın işi kıracacağız, öyle mi?”

 

Bu sene daha hiç kayak yapmaya gitmemiştim. Bu ne utanç verici bir durumdu. İçimin bir anda dağ havasıyla dolduğunu hissettim. Yarını sabırsızlıkla bekliyordum. Umarım lökositler bana bir sürpriz yapmazdı.

 

Günün kalan saatlerinde işime konsantre olmaya çalışıyordum, ancak kısa sürede yaşadığım sağlık ve sosyal travmalar zihnimde hızlı sahne geçişlerine neden olup beni yoruyordu. Dağın tertemiz havası, karın beyazlığı zihnimi boşaltmamı sağlayacaktı.

 

Akşam eve geldiğimde ilk işim kayaklarımı çantadan çıkartmak olmuştu. Kayakların altının sıcak vaksa ihtiyacı vardı, ancak buna vakit yoktu. Nemli bir bezle kayakları silmeye başladım. Altta ortada bulunan derin yarığa parmağın takıldığında, Elif aklıma geldi. Bu yarık Elif diz ön-çapraz bağını kopardığı sırada, onu kollarıma alıp aşağı indirirken olmuştu. Sert ve sisli bir havada Elif yanlışlıkla bolkara girmiş, sola doğru giderken kayaklarının önü kara saplanınıp sağ öne hızlıca düşerken dizinde şiddetli bir ağrı hissetmişti. Ağrı eşiği yüksek olmasına rağmen, çıkan ses ve ağrının gücü gözlerindeki yaşları tutamamasına neden olmuştu. Ancak herşeye rağmen acıyla bağırmamıştı, sadece düştüğü yerden kalkamıyordu. Neyseki ben de fazla aşağı ilerlemeden arkama bakınca karlar ve acılar içinde kıvranan Elif’i görüp durmuştum. Kayakları çıkarıp yukarı yürümek bolkardan dolayı imkânsız olduğundan, yan yan yanına varmam bir hayli vaktimi almıştı. Hava kararmak üzereydi ve etrafımızdan geçen kimse yoktu. Bir an nefesim kontrol dışına çıkacak gibi hissetmeye başlamıştım, güneşli havalarda cıvıl cıvıl olan bu yer, şimdi ıssız ve kokutucu bir hal almıştı. Cep telefonuma baktığımda servis olmadığını görünce panik haline geçer gibi oldum. Ancak yardım etmem gereken bir kız arkadaşım vardı. Önce hasarı değerlendirmem gerekiyordu. Sağ diz anormal bir şekilde ileri ve geri oynuyordu, diğer vücut bölgelerinde bir şey yoktu. Soldaki kayağını bağlamasından çıkartmıştım, sağdaki ise düşüş esnasında zaten 20 metre ileriye gitmişti. Elif’in yürümesi veya kayak yapması mümkün değildi. Hava birazdan kararacağı için yardım beklemek de mantıklı olmayacaktı. Bir karar vermeliydim, ya aşağı inip yardım isteyecektim ya da Elif’i kucağımda indirecektim. Neyseki Elif de cesaretli ve gözüpek bir insandı. Yamaca yan bir şekilde kucağıma alıp, kar sapanıyla oteller mevkiine gelmemiz yarım saatimizi almıştı. Yorgunluktan çoktan bitmiş olmalıydım, ama sürekli sabret, başarabilirsin diye düşünmüştüm. Son yamaçta üstü kelleşen bir kayayı görmeme rağmen manevra yapamayında kayağın altında bu derin yarık oluşmuştu.

 

Benzer bir yarık da kalbimde vardı, Elif’i aramak için şiddetli bir arzu duyuyordum.

 

-“Ne o öyle? Hasta halinle bir de dağa gidip daha da mı hasta olmayı düşüyorsun Berk Bey?”.

 

Annemim saçları bir kedinin sırtı gibi kabarmıştı, dağa gidersem orada üşütüp hasta olacağımı düşünüyordu.

 

-“Evet, yarın sabah Yavuz’la dağa kaçıyoruz. Bir günlük izin aldık işten. Hem ben hasta değilim ki, tedaviyi yarıladım bile.”

 

Annem, beni çok iyi anlayamıyordu, özgürlüğümün ne kadar kıymetli olduğunu, bunun için neleri feda edebileceğimi idrak edemiyordu.

 

-“Sen bilirsin ama, ille de gitmem mi lazım? Tedavi bittikten sonra gitsen olmuyor mu?”

 

-“Gülleri zamanında biçmek lazım, solmuş gülleri kim ne yapsın?”

 

Sabah 6 gibi Yavuz gelmişti. Kayakları arabanın içine aldık, ayakkabı çantaları ise bagajda yerini buldu. Günübirlik gittiğimiz için, vakit kaybetmemek için salopetlerleydik. Günşe gözlükleri tamamdı, güneş kremi ise şarttı. Eskiden, yani saçlarım varken hiç bere takmazken, şimdi yanıma almıştım.

 

Sabah trafiğinden önce TEM’deydik, gişelerden geçip, bir volkanın püskürttüğü lav gibi yayılan İstanbul’un betonlarını seyre daldım. İlk bu yolu yaptığımda gişelerden sonra şehir dışına çıkılırken, şimdi şehir sonsuzluğa uzanan bir köprü, yapışkan kötülüğüyle yeşili istila eden, karşı konulamaz bir değişimdi. Soğuk betonları insanlar ısıtabiliyorlar mıydı? Yeni evlerinde, geçmişten bağları olmadan yaşamak onları yalnız hissetirmiyor muydu?

 

Dilovasına girerken arabanın havalandırmasını iç sirkülâsyona aldık. Burası Yüzüklerin Efendisindeki Mordor’a benziyordu. Barad-dûr’ü hangi fabrikaydı bilmek imkânsızdı. Bu bölgede yaşanlarda kanser riskinin tavan yapması Sauron’un hayali bir karakterden çok insanın kendisi olduğunu gösteriyordu.

 

Sakarya girişindeki depremde evlerini kaybeden insanların yaşadığı metal ve küçük evlerin yanından geçerken de burdaki insanların şimdi neler hissettiğini düşündüm. Geçmişleri ve sevdiklerinin bir kısmı dakikalar içinde kaybolmuştu; peki gelecekleri nasıl etkilenmişti? Yeni bir başlangıç yapabilmişler miydi? Acılarını sarıp hayat tutunabilmişler miydi? Yaşananlar kader miydi, yoksa tabiatın gücünü hafife alıp onu uzun yıllar incelememenin, bilmekten çok inanmayı seçen az gelişmişliğe mahkûm olmuşluğun bir netice misiydi?

 

Sapanca’ya gelince bu yolun hayat yolu olduğu daha net anlaşılıyordu, burada sol yanda Sapanca gölü bütün muhteşemliğiyle parlıyorudu, ilkbahar yağmurlarıyla her yer çiçek açmıştı. Toprak, sarsıntıyla içine aldığında ölüm, korku ve terkedilmişlik kokarken, güneş ve yağmurla ferahlık, üretkenlik ve birliktelik kokuyordu. Dünya kendi içinde herşeyi barındırıyordu, sanki toplamı sıfır olan bir denklemdi.

 

Kartalkaya’nın yolu harikaydı, zincir takmaya ihtiyaç olmayacaktı, yerler kuruydu. Acaba zirvede kar var mıydı? Pistler açık mıydı? Geçen hafta sonu sıkı kar yağmıştı, ancak mevsim itibarıyle sezonun son günlerindeydik.

 

Kartal Otelin önüne park ettik. Hava inanılmaz güzeldi, günlük pass biletlerimizi aldıktan sonra, kayaklarımızı taktık. Yaşamak, nefes alabilmek ne güzel bir duyguydu. Kar sabahın ilk saatleri olduğu için donmuştu, aşağı inerken taze hava ciğerlerimi sağlıkla doldurması mutluluk veriyordu. Köroğlu liftiyle yukarı çıkarken kayaklar titreşiyordu. Oradan Resul Dede liftiyle Tepe kafeye çıktık, kayakları kara saplamak donmuş kar nedeniyle zor olmuştu. Kayak kafeleri hem fiziksel sıcak, hem de arkadaşlığın, aile arası bağların pekiştiği yerlerdir. Çocuklar, anne ve babalarına yaşadıkları maceraları anlatırken, yeni öğrenenler sert bir pistten nasıl indiklerini heyecanla anlatırlar. Ortama sinmiş sucuk kokusu, sıcak şarabın tarçın kokusu çok cezbedicidir. Kayak ayakkabıların bağlarını gevşeterek içerde yürümeye başladık. Uzun zamandır bu ayakkabıları giymediğimden ayağın kenarı hafif uyuşmuştu. Kahvelerimizi söyledik, kafede bizden başkası yoktu. Haftasonunun cıvıltısı, hafta içinin ıssız tundrasında kaybolmuştu. Beremi çıkarttım, pencereden dışarı bakmaya başladım, bu pencere hep aynıydı, kar kışın yağmış, yazın erimişti. Pencere hep dışarı bakmıştı, ya ben bu pencere gibi değişmez olmak ister miydim? Neden her kötü şey benim başıma geliyordu? Ellerimle dökülmüş saçlarımın hayalini taradım.

 

Hayat da kar tanesine benziyor diye düşündüm. Çoğunlukla sevinç doluydu, ama hırçın bir mevsimde kurtların açlıktan kokan nefesiydi, bazen güneşin ışınıyla pırıldamasıydı, bazen de tipi de insanın yüzüne giren binlerce iğneydi, yılbaşı akşamının huzurunda nazenin pamuktu. Kar ilkbaharda eriyip gidiyor ve kışın tekrar özünden dönüşüyordu. Ancak insan kar tanesi değildi, öldüğü zaman küllerinden dirilmiyordu, sadece enerjisi toprağa karışıyordu, fakat yarattığı sevgi ölümsüzlüğe erişiyordu. Kimle aramla sevgi bağı kurdum ve yaşattım diye kendimi sorgulamaya başladım: annemle, babamla, kardeşimle, Yavuz’la, eskiden Elif’le, gelecekteki çocuklarımla?

 

Gözüm yanmaya başlamıştı, kafe havasız ve bunaltıcı bir hal almıştı. Bir an önce kendimi dışarı atmalıydım.

 

-“Yavuz, dışarı çıkmam lazım.”

 

Kafama beremi taktım, kayakları sapladığım yerden çıkardım, ayakkabıları kapatıp, sonuna kadar sıktım, ayaklarımı bağlamalara geçirdim ve kayakları sağa ve sola açarak hızlandım. Pistte kimse yoktu, dizlerim önde hızlı dönüşlerle yeşil lifti geçip Yılmaz Demir pistine bağlandım. Gözlerimden akan yaş hızdan olmalıydı, gözlüğümü bile takmayı unutmuştum. Kötü ve zararlı düşüncelerden çok çabuk uzaklaşmalıydım. Ağaçların arasından geçerken, güneşin etkisiyle dalların üzerinde kalan tek tük kar yığıntıları yere dökülüyordu, bir kışı daha devirmiş çamların yaprakları zaferlerini kutluyordu.  Sık ve sert dönüşlerden dizlerim ağrımaya başlamıştı, ama çamçukuruna kadar durmaya niyetim yoktu. Lifti gördüğümde artık bu gidişe son vermenin zamanı gelmişti; biraz kar sapanı yapıp sola hafif zıplayıp yanladım. Süratim fazla olduğu için kayağın kenarı fazla miktarda kar püstükürtmüştü, ancak yine hızdan dolayı kayaklarım durduğunda gövdem hareketine devam edip yana devrilmiştim. Artistik hareketim bir düşüşle sonlanmıştı. Yattığım yerden kalkmadan halime gülmeye başladım, gökyüzü ne kadar güzeldi; bunun keyfine varmalı ve aldığım her nefes için minnet duymalıydım.

 

-“Müdür ne oldu sana, ok gibi fırladın. Bir an Alberto Tomba zannettim seni.”

 

-“Tomba kısmı tuttu, kardeşim, tomba sırtı üstü gördüğün gibi.”

 

Günü kâh kayarak, kâh kafede pinekleyerek geçirdik. Akşam eve döndüğümde hala burnumda dağ kokusu vardı, herşeye rağmen mutluydum.

 

Haftasonunu evde geçirdikten sonra, ikinci kemonun sonuncu kısa tedavisini yaptırmıştım. Artık eskisi gibi kalbim heyecanla çarpmıyordu, kemoya alışmaya başlamıştım. Öz saygımı bozmamak için yılgın suratlarla ilgilenmiyor, insanlara duygusal atıklarını başka çöplüğe boşaltmalarını söylüyordum. Hastalık beni bencil insan yapmış gibi görünse de, aslında sürecin kendisi, hayatın ve insanın ne kadar değerli ve el üstünde tutulması gerekliliğini bana sertçe öğretmişti. İnsan en fazla kendi benliğine zarar veriyordu, bazen bu da yetmeyip duygusal çöplerini başka insanlara bulaştırıp, kötüye ortak etmeye çalışıyorlardı.

 

Bu hastalığın iyi yanı, çocukluktan kurtulamayan beni olgunlaştırmasıydı, artık insanları ve etrafımı daha farklı görüyordum.

 

Üçüncü kemoterapi artık bir belirsizlikle başlamıyordu, herkes kendi ritüelini yapıyordu, hemşiler önce bazısı dışarıdan görünün, ancak bazısı hiçbir şekilde fark edilmeyen mavi-mor damarlara ustalıkla giriyor, vacutainer ile negatif basınçlı mor kapaklı tübe kan sayımı için, sarı negatif basınçlı tübe ise biyokimya için kan alıyorlardı. Hastanın kendisi ve yakınları ilk önce hemşirelere teslim oluyorlardı, sonra sonuçlara teslim oluyor, en sonunda da doktorun sonuçları yorumlamasına teslim oluyorlardı.

 

Kemoterapi saçma atan tüfekle ava çıkmak gibiydi, bir yere odaklanamadığı için önünde ne varsa bilyelerini atıyordu, ancak bu uyduruk silaha uzun menzilli sniper silahı muammelesi yapılması çok acıtıydı. Ne büyük bilgi ve teknoloji eksikliğimiz vardı. Tek bir hücremizdeki 3.2 gigabyte bilgiye hâkim değildik. Ne var ki, hücre dediğimiz şeyi de 1665 yılına kadar bilmiyorduk.

-“Fatoş Hemşire, Ahmet Abi bugün geldi mi? Sanki bugün tedavi günüydü.” diye sordum.

 

Üniformanısının kısa kollarını kıvırmış, tecrübenin doruklarındaki hemşirenin gülen gözleri, profesyonellikten uzaklaşarak bir anda buğulandı. Bu durumu benim anlamamı istemediği için yutkunup gözlerini gözlerimden kaçırdı.

 

Ahmet Abi, dünyanın en güzel insanlarından biriydi, bir anda kanımız birbirine kaynamıştı. Yüzüne baktığınızda kalbinin iyiliği size yaz güneşi gibi çarpıyordu. Tanı tarihimiz aynı zamanlara denk geliyordu, aynı tedaviyi alıyorduk, ben de ekstradan bleomisini haftalık alıyordum, ikimizin de saçları aynı anda dökülmüştü. Neşeli bir adamdı, neşesi keyfim dediği sigarası yüzünden kaçmıştı. Küçük hücreli akciğer kanseri tanısı konulmuştu, galiba karaciğere de bir sıçrama da vardı. Karısı Güzide Abla da çok şeker bir insandı, birbirlerine ne kadar yakışıyorlardı. Ahmet Abi’nin muzip espirilerini bazen anlamazdan geliyordu, bazen de kendisi de erkekmişçesine topa sert giriyor, ben bile utanıp kulaklarıma kadar kızarıyordum.

 

-“Ne oldu kerata? Gelmeyince öldüm mü sandın? Oğlum biz eski toprağız, bu bileği bükecek daha anasından doğmadı.”

 

Gözümdeki yaşı alelacele silerken, “Yok be Ahmet Abi, bu ilaçlar insanın gözünde sulanmaya neden oluyor.”

 

-“Tabi koçum, en son sulanan senin gözün değil, senin ağzındı. Hani bir kız ziyarete gelmişti ya, sarışın, uzun boylu. Paspas atmıştık senin altına.”

 

-“Abi, sen de pek fenaymışsın. İyi ki ne güzel kız dedim. Değil miydi yani, demese miydim?”

 

Ahmet Abi, Galatasaray Lisesi mezunuydu ve arkadaşlığa bu nedenle özellikle önem verirdi. Tekstil piyasasında zirvedeki hayatı, tekstilin çökmesi nedeniyle sekteye uğramıştı, ancak hiç kimseyi satamayacağından dolayı, işini değiştirememişti, cepten yemeye başlamıştı. Kirli sakalları her zaman aynı boydaydı, gömlekleri çoğu zaman ketendi ve asla gömleğin altını pantalonunun içine sokmazdı, normlara uyma fikri onu hasta ediyordu. Sigaradan çatlamış sesinin, kendine ayrı bir karizma kattığını düşünürdü.

 

Bundan 6 ay önce kuru bir öksürük peydah olmuştu, sigaradan diye düşünüyordu. Ancak göğsünde zaman zaman bir ağrı hissi oluyordu. Kardiyolog arkadaşı, onu efor testine sokmuş, ancak herhangi bir sıkıntı bulunamamıştı. Geceleri terlemeye başlayıp, hafif kilo kaybı da olunca, zurnanın zırt dediği yere geldiğini anlamıştı. Bu zamana kadar akciğer kanseri olmaktan çok korkuyordu, aralıklarla akciğer filmi çektiriyordu, ama sigaradan da vazgeçemiyordu. Sigara sanki kişiliğne yapışmıştı, onsuz kendini bütün gibi hissedemiyordu. Güzide Abla, uzun süre sigarayı bırakması için baskı yapmıştı, kendi de birkaç kez denemişti sigarayı bırakmayı. Ancak her sigarayı bıraktığında, sanki hayatının en güzel sevgisini bir daha asla kavuşamayacak şekilde kaybettiğini düşünüp, mutluluğu sonsuza kadar ulaşamayacağını derinden hissederdi. Bu kayıp hissi, karnında garip bir huzursuzluk yaratıyordu; sanki karnının içinde bir kartal vardı ve tüm mutluluğunu her yaşadığı gün gagalıyordu. Sigarasız geçen her gün, Prometheus’un Kazbek dağındaki ebedi cezalandırılmasını yaşıyordu, ciğeri hergün kemiriliyordu, ancak bu his sanki ölümsüzdü, ertesi gün hiç kemirilmemiş gibi tekrardan başlıyordu. Herkül’ün onu kurtarmasını bekliyordu, fakat sigaradan bir nefes çekince gerçek olmayan bu işkencenin bitmesi, sigaradan hiçbir zaman ayrılamamasına neden oluyordu.

 

Ahmet Abi verdiği kararlardan pişmanlık duymazdı, “pişman olacağın işleri yapsan da bunun keyfine var” derdi arkadaşlarına. Akciğer kanseri tanısı konulduğunda, sigarayı bir anda aramaz olmuştu ve artık hiç sigara içmiyordu. Geriye dönüp baktığında ise sigara ile ilişkili tüm olanların sadece aldatmaca olduğunu görünce hayatında ilk ve son kez büyük bir pişmanlık da yaşamaya başlamıştı. Kendine ne yapmıştı, ailesine ne yapmıştı?

 

Akciğer filminde belirgin bir şey yoktu, fakat durumdan işkillenen Göğüs Hastalıkları Uzmanı tomografi çekmeyi uygun görmüş ve orta hatta kitleyle birlikte karaciğerde de olmaması gereken bir nodül görmüştü. Karaciğerinden alınan parça ile küçük hücreli akciğer kanseri tanısı konulmuştu. Kemoterapiden korkmuyordu, artık pek bir şeyden de korkmuyordu. İş hayatının çalkantılı, fırtınalı dönemlerinde öğrendiği bir şey vardı, sadece mücadele edenler ve hedefi olanlar ayakta kalıyordu. Bu hastalığı yenmeyi hedeflemişti ve sonuna kadar da mücadele edecekti. Bu mücadeleyi de hep mutlu kalarak, hayatla ve ölümle dalga geçerek yapacaktı.

 

Üçüncü kemoterapiyle birlikte göğsündeki garip acı hissi ve gece terlemeleri tamamen kaybolmuştu. İştahı tedavi günü biraz azalsa da verdiği kiloları tekrar almıştı. Altıncı kemoterapiden sonra hep hayalini kurduğu Trans-Sibirya Demiryolu ile Moskova’dan başlayan Vladivostok’da biten 9,258 kilometrelik yolcuğu yapmayı planlıyordu. Moskova için uçak biletini almıştı, 6 gün sürecek yolculuk Pasifik Okyanusunda bitiyordu. Bu tren seferi, dünyanın en uzunuydu, Rusya bir yandan öteki yana katederken Sibirya’dan geçiyordu. Çocukluğundan beri Baykal Gölünü merak etmişti. Dünyanın en derin gölüydü ve tren hemen güney sahilinden geçiyordu. Trenden çekilen bir fotografta pürüzsüz göl yüzeyi, gölün ne kadar berrak bir su içerdiğini gösteriyordu. Çocukluğunda derslerde okuduğu tarih kitaplarından esinlenerek at sırtında Orta Asya’da dolaştığını hayal ederdi. Çadırda içilen kımız hayalinden, hastanede damara zerk edilen ilaç gerçekliğine geçen süreci değiştirmesi lazımdı. Özüne dönmeliydi, bunu da ancak çocukluk hayallerini gerçekleştirerek yapabilirdi.

 

-“Berk, Moskova biletini aldım, sen de gelsen muazzam bir deneyimi birlikte yaşardık.”

 

-“Ahmet Abi, Moskova olur da, altı gün tren üstünde bir hayat bana göre değil. Hem tek başıma sıkılırım”.

 

-“Oğlum, biz varız ya.”

 

-“Besleme model takılmasam daha iyi olur.”

 

-“Gün ola, hayrola. İşler nasıl değişecek göreceksin, sonra Ahmet Abi müneccim gibi adammış diyeceksin.”

 

O haftanın üç gününü birlikte aynı kemoterapiyi aldıktan sonra, ben kemo treninde 2 gün fazla kalacaktım. Kısaları saymazsak 1 büyük kemo seansı kalıyordu. Ahmet Abi’siz geçen 2 günde müzik dinleyerek geçirdim.

 

Müziğin duygu durumumu nasıl değiştirdiğini görmek beni son drece şaşırtmıştı. Eskiden, dinlediğim müziğin beni bu kadar etkilediğini bilmiyordum. Fiziksel olarak bir frekanstaki titreşimin, yanyana geldiğinde insanın zihninde bir duyguya çevirilmesi çok şaşırtıcıydı. Sesleri beyin sınıflıyordu, muhtemelen ilkel dönemlerde nerelerin güvenli, nerelerin güvensiz alanlar olduğunu anlamak içindi bu. Ancak ne zaman hüzünlü bir şarkı dinlesem, kendimi çaresiz hissederken, “Eye of the Tiger” dinlediğim zaman da herşeyi yapabilecek güçte olduğumu hissediyordum. Öğrenilmiş veya müzikle dikte edilmiş çaresizliğe ihtiyacım yoktu, mp3 player’ımdaki iç karartıcı, Jilet FM tarzındaki şarkıları dijital çöpe şutlayıp, mutluluk verici şarkıları yükledim. İnsan mutlu olmak için, ortamını da hazırlamalıydı; bu bir hastane köşesinde tedavi alırken bile önemliydi.

 

Pazartesi günü kısa kemoterapiyi aldıktan sonra Yavuz’u aradım. Yavuz’un sesinde bir gariplik vardı, bir şeyleri bana söylemeye imtina ediyordu. Biraz sıkıştırdıktan sonra baklayı ağzından alabildim, uzun süredir Alzheimer nedeniyle yatağa bağımlı yaşayan ananesi vefat etmişti ve bugün cenazesi kaldırılacaktı. Karışık duygular içindeydi Yavuz, yatağa bağımlı o beden sadece bir kabuk gibiydi, etkileşimde bulunamıyordu.

 

Onu ziyaret ettiğinde duvara karşı duruyor gibiydi, hâlbuki çocukluğunda birlikte nasıl eğlenirlerdi, hard-diski kısmen silinmiş bir bilgisayar güvenli modda sadece açılabiliyordu. 2.5 petabyte, yani 2500 terabyte’lık hafızayı yedeklemek de hâlihazırda mümkün değildi; ama keşke olsaydı diye düşündü Yavuz. O zaman fiziksel olarak etkileşmese de, zihinsel olarak ebedi temas kurulabilecekti.

 

Benim için ise soru şuydu, bu cenazeye gitmeli miydim?

 

Caminin avlusuna ilk gelenlerden biri bendim. Avludaki salkım söğütün dalları, yolun karşısındaki çamın iğne yaprakları tatlı bir meltemle sallanıyordu, onların bizim küçük hayatlarımızı taktığı yoktu, herhangi birşeyle de ilgileniyor gibi değillerdi, gündüzden ışık, geceden karanlık bekliyorlardı. Avlu eş, dost, akrabalarla dolarken, nemli gözler en yeni dedikoduları birbirine anlatıyor ve bir yandan da ölümden bu sefer de yırttık diye seviniyorlardı. Musalla taşının bitişiğinde oyun bahçesinde çocuklar neşe içinde bağıra çağıra oyunlarını oynuyorlar, bazısı ise oyuna alınmadıkları için avazları çıktığınca bağırıyordu. Eski zamanların insani ilişkilerinin güzelliğini, imam elindeki kablosuz mikrofonla amplifikatör-hoparlöre aktararak cemaatin duymasını sağlıyordu. Caminin duvarındaki Digitürk uydu alıcısı, dünyevi isteklerin, uhrevi ihtiyaçlarla harmanlandığını gösteriyordu.

 

Hayat, kişinin kendi istediği şekilde gitmiyordu, kendi kurallarını istisnasız uyguluyordu. Kendi adıma hırslarımın, kendime ve başkalarına ne kadar eziyet etmiş olduğunu şimdi görebiliyordum. Sevmek, sevilmek ve yardım etmek dışında her şey boştu.

 

-“Başın sağolsun Yavuz”

 

-“Kardeşim, buraya gelmen beni çok mutlu etti. Biliyorum senin için bir cenazeye gelmek zor, ama sen benim için bunu yaptın. Adam gibi adamsın.”

 

Finale doğru gidiyordum. Okuldan mezuniyet olmak gibi bir şeydi bu, ancak 30 yaşında geç sayılabilecek bir olgunluğa erişme haliydi. Bir program yapmam gerekiyordu, hayatımda bazı hedeflerin olması gerekiyordu. Bu zamana kadara, okul, MBA, iş hep hayatın akışı içinden gelmişti, belirgin hedeflerim yoktu, anı yaşamış, rüzgârın götürdüğü yere gitmiştim.

 

Çalıştığım işi düşündüm, burada bana ait bir gelecek yoktu. İlerleme, yeni şeyler keşfetmekten çok çeşitli ofis diplomasileriyle mevki korumanın dışında çok da bir şey yapılmıyordu. Bilgimi, birikimimi ve yenilik şehvetimi başka mecralarda harlandırmalıydım. MBA’deki hocam aklıma geldi, belki akademisyen olmalıydım. Bitirme tezimi, hocamla birlikte saygın bir dergide yayınlatabilmiştik. Bu tez oldukçada atıf almıştı, iş dünyasının neden paradigma kaymasına ihtiyacının olduğunu, felsefik olarak araştırmıştık.

 

Belki bir zaman Harvard’da vakit geçirebilsem, zihnimde yeni ufuklar açabilecekmiş gibi geliyordu. Kendimi bir anda Spangler salonunun nereden baksanız 10metrelik tavanın altında, büyük bir kalabalıkla hem yemek yer, hem de diğer akademisyen meslektaşlarımla hararetle bir konuyu tartışırken görmeye başladım. Bu her zaman istediğim ve kalbimin derinliklerinden gelen bir histi. Ben akademik çevreye aittim, doğal habitatım orasıydı, açık ofis değildi.

 

Kafamda hemen bir iş planı yaptım, ilk önce MBA hocamdan randevu talep ettim, LinkedIn’deki zayıf bağlarımı araştırmaya başladım. Başarının sırrı zayıf bağlardan geçiyordu.

 

Akademisyenlik alevi içimde harlı şekilde yanması, kısa tedavilerin sıkıntısını da yakmıştı. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan son kemonun ilk gününe laptopumla kavuşmuştuk. O kadar çok kişiye mail atmıştım ki, geri dönüşlerini sabırsızlıkla bekliyordum. Kan sayımımın ne oluğuyla ilgilenmiyordum artık, benim için bu defter kapanmıştı, yeni mücadele dönemi açılmıştı.

 

Bulantının engellenmesi için uygulanan ilaçların bitip cisplatinin başladığını moodumdaki hızlı azalmayla farketmiştim. Bu ilaç kanserli hücreleri öldürürken, vücut da kendinden bir parçanın yokolmasına yas reaksiyonu veriyor gibiydi. Ne de olsa kanser hücreleri, kendi bedenimizin ürettiği yaşayan bir varlıktı. Laptopumu kapadım, MP3 playerımda Radiohead’i buldum:

 

But I’m a creep (Ama ben bir ucubeyim)

I’m a weirdo (ben bir acaipim)

What the hell am I doing here? (Burada ne yapıyorum?)

I don’t belong here (Buraya ait değilim)

 

İnsan aslında ne kadar savunmasız ve ancak ne kadar güçlü olduğunu zannettiğini bir kez daha anlamış bir şekilde gözlerimi sonun ilk gününe kapattım. Ruhum mutsuzluğa teslim olmuştu, açıkçası bunu da pek umursamıyordum. Ringde rakip bana saydırmıştı, ama benim bir görevim vardı, o da hayatta kalmaktı.

 

Salı sabah kalktığımda aklımda Fedor Amca vardı. İnsanoğlu zihni ne kadar garip diye düşündüm, moodumdaki dalgalanma, tsunami şiddetindeydi. Bir an herşey mükemmelken, dakikalar sonra cehennemin kapılarından geçmiş, kara kasvet içine girebiliyordum. Artık buna da bir son vermeliydim, daha dengeli olmalıydım.

 

Fedor Amca’nın zihnime düşmesindeki sebep muhtemelen, çocukluğumda okuduğum bu kitapla, akademisyenle birleştirmem olmalıydı. Bu hayalgücü yüksek çocuk kitabında bilgin bir ailenin tek çocuğu, kendisine ev hayvanı almadığı için evden kaçıyor ve bir köye yerleşiyordu. Traktörü konuşuyor, ineği şerbetçiotu yiyip sapıtıyor, paranoid postacı Peçkin sürekli evini gözetlerken, hırsız karga anahtarları çalıyordu.

 

Aslında Karl Popper’ın 3 dünyasından bir tanesini anlatıyordu hikâye; kafamızdaki dünyayı. Bu dünya gerçeklikten zaman zaman bağımsız bir şekilde, bazen de gerçeklikten esinlenerek kafamızda tekrar oluşuyordu. Bu dünya çok geniş olsa da, belki de insanların en büyük hapisanesiydi de. Bu konuda Enver Sedat, hapisanede özgürleştiğini söylemesi ne büyük ikilemdir. Hayat paradokslarla kendini anlatıyordu, özgürken zihnine hapis, hapisken zihnen özgür olmak; sağlıklıyken hasta bir zihne sahip, hastayken de özgür bir zihne sahip olmaktı. Ben de artık zihnen özgürleşmeye başlamıştım, Enver Sedat gibi Nobel Barış Ödülü almayacak olsam da, kendim için büyük bir gelişme sağlamıştım.

 

Pre-medikasyon denilen, kemoterapi öncesi verilen yardımcı ilaçlar başlandığında aklıma akciğerimdeki metastazlarım gelmişti; acaba bunlara ne olmuştu? Bunları düşünce gücüyle yok etmek mümkün değildi, kemoterapi mucizevi bir şekilde yok edecek miydi, yoksa bunlar oldukları yerde büyüyüp, başka alanlara mı sıçrayacaktı?

 

Hemşirelerin arı gibi çalışmasını izlerken sanki çay seremonisini izler gibiydim, herkes ne yapacağını iyi biliyor, ölçülü, ancak hızlı, büyük bir ahenk içinde çalışıyorlardı. Kemoterapi dozları kilo ve boya göre hesaplanıyor, belirli miktarda hücresel zehirler berrak sıvılarla karıştırılıp dilüe edililiyorlardı.

 

Bazı ilaçlar renkli oluyordu, en güzel renkli olan kırmızı renkli olandı ve genellikle kadınlara uygulanıyordu. Bu kırmızı ilacı alanların bir sonraki tedaviye geldiklerinde kafasında pek saç kalmıyordu. Saçın kaybı bir şekilde kompanse edilse de kirpiklerin ve kaşların dökülmesi insanın hayat kalitesini azaltıyordu. Kafada oluşan boşluk, insanları tek tipleştiriyordu; boşluk Zen’de çok önemli olsa da böyle bir epilasyon insanın moralini bozuyordu.

 

Kanser ilaçları başladığında zihnimi tamamen boşaltmıştım, kirli bilgi silinmeye çalışılırken, beklemekten başka bir şey yoktu. Ne bu ilaçların gücünü, ne de kanserimin içerdiği bilgiyi ben belirleyemiyordum. Her iki taraftan da asimetrik bilgiye sahiptim, bu zamana kadar öğrendiklerimle çözmem mümkün değildi. Akışla birlikte gitmeliydim, bir yerde mutlaka kontrolü tekrar ele alacağımı biliyordum. İktidar değişikliğinin tarihi ise son kemodan 3 hafta sonra yapılacak bilgisayarlı tomografilerin sonucuna göre belirlenecekti.

 

Son kemonun ikinci haftasındaki kısa tedaviye gittiğimde, ağızımda çıkan yaraların acısı dayanılmaz hale gelmişti, yemek yemeyi geçin, su bile içemiyordum. Bildiğiniz ve kana kana içtiğiniz suyun bir damlası bile ağzımda ateş topu haline geliyordu. Normalde düşünmeden yaptığımız eylemler, aslında bir nimet olduğunu sadece kaybedince görmüştüm. Aklıma Orhan Veli’nin şiiri geldi:

 

Bedava yaşıyoruz, bedava;

Hava bedava, bulut bedava;

Dere tepe bedava;

Yağmur çamur bedava;

Otomobillerin dışı,

Sinemaların kapısı,

Camekânlar bedava;

Peynir ekmek değil ama

Acı su bedava;

Kelle fiyatına hürriyet,

Esirlik bedava;

Bedava yaşıyoruz, bedava.

 

Aslında hiçbir şey bedava değildi, her günün doğuşu, her alınan nefes, her içilen su mutluluk kaynağı olmalıydı, avuçlarınızın arasından bir anda kaybolması, vefasızlığımızın göstergesiydi.

-“Lökositleriniz yine düşmüş Berk Bey, Dr. Ayşe Hanım’la görüşmeniz lazım.” dedi. Bir anda aklıma beni takip eden doktorların varlığı gelmişti. Hayatı o kadar yoğun yaşıyordum ki, kısa bir süre önce yaşananlar, sanki çok geride kalmıştı; zaman hem uzamış, hem de hızlanmıştı.

 

-“Berk, hoş geldin.”

 

Dr. Ayşe’yi görmek beni sevindirmişti, ancak güldüğüm zaman ağzımdaki acı artıyordu.

 

-“Kandida stomatiti bu, diğer ismi de pamukçuk. Mantara bağlı bir enfeksiyon. Kemoterapinin en sıkıcı komplikasyonlarından biri bu. Ben şimdi sana bir garagara vereceğim, bir de lökositlerini yükseltmek için bir aşı da olacak. Daha önce de aşı yapılmıştı hatırlarsın.”

 

 

Sadece kafamı sallamakla yetindim.

 

Kemoterapiye devam edecektik, bleomisin lökosit düşüklüğünde bile verilebiliyordu. Aşı da yapılmıştı.

 

Akşam eve geldiğimde, gargara bir parça ağzımdaki acıyı azaltmıştı. Ama yine de yemek görmek istemiyorum. Biraz kestirmeye karar vermiştim.

 

Kalçamdaki ağrı ile uykumdan uyandım. O kadar şiddetli bir ağrıydı ki bu, dayanmak mümkün değildi, sanki yırtılıyordu. Acıdan inliyordum. Annem ve babam endişe içinde yanıma gelmişlerdi. Bu ne biçim birşeydi, nerden gelip beni vurmuştu?

 

Kafamı duvara vursam acı bir az azalır mıydı? Hiçbir ilaç bu ağrının üstesinden gelebilecek değildi. Bu arada annem de Dr. Ayşe’yi aramıştı, ancak ne konuştuklarını algılayamıyordum. Sonunda annem elinde bir bardak ve bir hapla yanımda tekrardan belirdi.

 

-“Morfin mi bu?” diye sordum.

 

-“Hayır, Berk’çiğim, basit bir ağrı kesici.”

 

-“İşe yarayacağını hiç zannetmiyorum.” diyerek hapı yuttum. Saniyeler, yıllar gibiydi, ilaç bir an önce ağrımı kesmeliydi, kısa sürede dayanacak gücüm kalmamıştı.

 

O şiddetli ağrı bir anda kesilmişti. Dr. Ayşe bu ağrının nedeninin lökositleri yükseltici olduğunu söyleyince için ferahladı. Bir an bu ağrının kaynağının hastalıktan dolayı olduğunu düşünmüştüm. Bu hastalığın en kötü taraflarından birisi de burnunuz aksa bile bunu hastalığa bağlamanızdı.

 

Krem rengi gargarayla birlikte ağzımdaki yaralar da iyileşmeye başlamıştı. Neyse ki son kemoterapinin son bir günü kalmıştı. Maraton koşumun son düzlüğü mü olacaktı? Yoksa bu maratondan başka bir maratona yarışına mı devam edecektim, bunu önceden kestirmek mümkün değildi. İlaçlardan sonra zar tekrar kaderin eline geçmişti, o da elinde çalkalıyıp atacaktı ve sıra tekrar bana geçecekti. Bu zar, tedaviden fayda görmeme olabilirdi ki bu durumda okuduğum yazılar kemik iliği nakli desteğiyle daha yüksek kemoterapiye işaret ediyordu. Bu kemoda yamulan ben, daha yükseğinde ne olacaktım diye korkmaya başlamıştım. İyi zar tedaviden tam şifa sağlamaktı. Umarım bu olurdu. Arada kalınan durumlarda ise metastazların cerrahi olarak çıkarılması gerekiyordu, ama bıçaklanmak da istemiyordum.

 

Sonuncu kemoterapi geldiğinde, kalbimde bir kuş kanat çırpıyordu; bir son dakika süprizi umarım beni beklemiyordu. Mezuniyet gibi bir şeydi, hem salondaki sıcak ortamdan, iyi insanlardan ayrılmak istemiyordum, eski dış dünyada kendimi güvensiz hissedecektim, hem de herhangi bir hastalığa bağlı olmadan hür ve sağlıklı olmak istiyordum.

 

Kemo salonuna girdiğimde, tanıdık yüzler, sevecen hemşireler içimdeki kuşu sakinleştirmişti. Karnımdan derin bir nefes alıp, yüzüme zorlayarak bir gülümseme yerleştirdim. Batıl inanç mı değil mi bilmiyordum, ama bu zoraki gülemesem kendimi daha iyi hissetmeme neden olduğu gibi, hemşireler de bir seferde damara girebiliyordu. Kendimi kötü hissetiğim lanet günlerde ise tamamen bela çeker haline geliyordum, ya damar patlıyordu, ya da kan hemolizli çıkıp, tekrar kan alınması gerekiyordu.

 

Kemoterapiyi sağ sağlim atlattıktan sonra yine bekleme süresi belirmişti, iki hafta sonra filmler çekilecekti.

 

Ünlü onkoloğuma tekrar gittiğimde benden PET/CT istedi. PET/CT de neydi, “Si Ti” diyince sanki daha havalı oluyordu, ancak ben de hemen özel danışmanım Profesör Google’a sordum. Gerçekten de si-ti dediği İngilizce “computerised tomography”nin baş harflerinin olduğunu öğrenmiştim. PET’in ne olduğunu anlamamakla beraber kanser hücrelerini görüntüleyen bir yöntem olduğunu düşünüyordum.

 

Onkoloğa soracağım binlerce soru vardı, ama şimdi dersini çalışmamış ve ancak sözlüye kaldırılmış bir öğrenci gibi laflar ağzımda büyüyordu.

 

-“Memleket neresi hocam?” sözleri ağzımdan döküldüğünde, bu cümleyi benim ettiğime inanamamıştım. Onca bilgi birikimi, MBA, iş deneyimi, iş mülakatlarından sonra en önemli sorum bu mu olmalıydı?

 

Doktorun cevabını duyuyordum, ama anlamıyordum, sanki suyun altından geliyordu sesler. Hâlbuki “benim sonum ne olacak?” sorusunun cevabını arıyordum.

 

Annem beni dürtüp kaldırdığında, en son annemin fısıltısı kulağımdaydı:

 

-“Rezil ettin doktora karşı bizi, ağzına havuç versek niyet çeken tavşanlardan farkın kalmayacaktı.”

 

-“Kemo kafası bu anne, sky high”.

 

Gerçekten kemo kafası diye bir şey var mıydı bilmiyordum, ama insanın IQ’sunu sersemlettiği de bir gerçekti. Geri kalan kısmını da faset daire şeklindeki endişeler hallediyordu.

 

PET/BT çekimine gittiğim zaman, resepsiyondaki görevli PET-BiTi’ye mi geldiniz sorusu, ben de “wow” hissi yarattı. Adamlar İngilizce Türkçe sentezinde aşmışlar, beni bile geçmişler diye düşündüm.

 

İnternetten öğrendiğim kadarıyla, kanserli hücreler enerji için normal hücrelerden daha fazla şeker kullanmaları gerekiyordu, şekeri işaretleyince nerede fazla tutulum olduğu görülebiliyordu.

 

-“Ya nasip” diyerek yine damar yolunu açtırdım, “Işınla beni Scotty!”

 

Tam telefonumu kapatacakken, telefonum çalmaya başladı. Arayan Güzide Ablaydı. Cevap vereyim mi, yoksa filmden sonra mı arayım diye düşünürken, açmaya karar verdim.

 

-“Günaydın, ablaların en güzeli”.

 

-“Günaydın Berk’çiğim, Ahmet Abini kaybettik”.

 

-“Nasıl olur abla, tümör hani tamamen kaybolmuştu, hani Trans-Sibirya turu yapacaktınız. İnanamıyorum”. Kulaklarım vınlıyordu, yüzüm alevlenmişti.

 

Ağlamamak için kendini zor tutan Güzide Abla:

 

-“Doğru söylüyorsun Berk. Tek isteği kanserin onu yenmemesiydi. Bilirsin çok inatçı biriydi, sonunda da istediği oldu, kanser almadı onu, ani bir kalp kriziyle kaybettik. Bir anda göğüsüm ağrıyor dedi, ambulans gelene kadar onu kaybettik”.

 

Hayat ne kadar acımasız olabiliyordu, kadere mani olmak mümkün değildi. Popper’ın gerçekliğine bir ekleme yapmak gerekiyordu, belki de tek gerçeklik buydu: ölüm.

 

İnsan olarak çaresizliğimiz aslında ölümün varlığında değildi, zamanındaydı. O zaman da hiç gelmesin istiyorduk, en azından sürüden kopmayıp ortalama yaşam yılını yakalamak en öncelikli dileğimizdi. Bu zamanlamadan öylesine korkuyorduk ki, bazen ölsem de bu muğlâklıktan kurtulsam diye geleceği tehdit ediyorduk.

 

Zaman çok değerli olmasına rağmen de çoğunlukla bunu verimli kullanmıyorduk, işte sıkılınca zaman yavaşlarken, mutlu zamanlarda hızla akıp geçiyordu. Bu hız sonumuzu da getireceğinden korkup kendimizi mutsuz edici düşünceler icat edip zamanı yavaşlatmaya çalışıyorduk.

 

Bu korku öylesine iliklerimize işlemişti ki, aman çok gülme, sonra ağlarsın deyimini unutmamız mümkün olmuyordu. Zamanın ruhu, belki de çağın ruhu değil, yaşanan zamanın ruhunu temsil ediyordu.

 

PET/CT sonucunu okurken, kafam hala daha Ahmet Abideydi, gazetenin en arka sayfasından başlarmışçasına sonuç kısmını okudum, normal sınırlarda olan bir incelemeydi. Yani, herhangi bir hastalık kalmamıştı. Gözlerime inanamıyordum, bunun olduğuna; akciğerdeki mteastazlar bile kaybolmuştu, hüzünlü bir sevinç kapladı içimi. Keşke planımızı gerçekleştirebilseydik ve Ahmet Abiyle Sibirya gezisine gidebilseydik. Kadere karşı gelmek mümkün değildi.

 

 

Tedavi süresince hep bu mutlu anı hayal etmiştim, ama gerçekten bu noktaya ulaşınca tahmin ettiğim kadar sevinememiştim. Nankör müyüm diye düşündüm ve hemen annemi arayıp güzel havadisi verdim.

Bir hastalık bitmişti, ama hayat mücadelesi devam ediyordu.

 

İşte hikâyem parlak olmayan bir patoloji raporundan, parlak olan PET/CT’ye kadar geçen yolculuktu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s