-“Aslında ne istediğimi hem çok iyi biliyorum, hem de hiç bilmiyorum. Yemesem takatsiz, güçsüz hissediyorum, hele de çocuklar küçükken ne kadar koşturuyordum, temizlik bir yandan öğle yemeği, akşam yemeği öbür yandan.”
Fatma Hanım sadece kadınlığını yaşamamış değildi, insanlığını da yaşayamamıştı. Hayat yabancı bir film gibi akıp geçiyordu ve sadece bu filmin resimlerini görebiliyordu, konuşmaların hiç birisini anlayamıyordu. Ne kendini anlayabiliyordu, ne kaynanasını, ne de kocasını… Yaşamı bir boşlukta geçiyordu, sona doğru yavaşça gitmesi gereken, ancak kendi istediklerinin hiç birisinin olmadığı bir sıkıntı hissi. Bu filmin sonu gelse, daha güzel ve benim anlayabileceğim bir film başlayacak diye kendini avutuyordu. Ama bu filmin sonu hiç gelmiyordu. Anlamaya çalışıyordu, anlamaya çalışıyordu, hatta bazen az sayıda olan arkadaşlarına soruyordu, ama onlardan da fayda yoktu. Çocuklarının bu yüzden okumalarını çok istiyordu, belki kendi cehaletine onlar yardım edebilirdi. Derinden gelen bir öfkesi vardı ve onu bastırmalıydı: yoksa iyi ana olamazdı, kimse de saygı göstermezdi. Kaynanası her şeyin başı saygı derdi. Saygı olmadan sevgi de olmaz derdi. Fatma Hanıma göre ne saygı vardı ne de sevgi; sadece kuru bir öfke, bir bıkkınlık, bir yenilmişlik, bir cehalet.