Son kemonun ikinci haftasındaki kısa tedaviye gittiğimde, ağızımda çıkan yaraların acısı dayanılmaz hale gelmişti, yemek yemeyi geçin, su bile içemiyordum. Bildiğiniz ve kana kana içtiğiniz suyun bir damlası bile ağzımda ateş topu haline geliyordu. Normalde düşünmeden yaptığımız eylemlerin aslında bir nimet olduğunu sadece kaybedince görmüştüm. Aklıma Orhan Veli’nin şiiri geldi:
Bedava yaşıyoruz, bedava;
Hava bedava, bulut bedava;
Dere tepe bedava;
Yağmur çamur bedava;
Otomobillerin dışı,
Sinemaların kapısı,
Camekânlar bedava;
Peynir ekmek değil ama
Acı su bedava;
Kelle fiyatına hürriyet,
Esirlik bedava;
Bedava yaşıyoruz, bedava.
Aslında hiçbir şey bedava değildi, her günün doğuşu, her alınan nefes, her içilen su mutluluk kaynağı olmalıydı, bunların avuçlarımızın arasından bir anda kaybolması, vefasızlığımızın göstergesiydi.
-“Lökositleriniz yine düşmüş Berk Bey, Dr. Ayşe Hanım’la görüşmeniz lazım.” dedi. Bir anda aklıma beni takip eden doktorların varlığı gelmişti. Hayatı o kadar yoğun yaşıyordum ki, kısa bir süre önce yaşananlar, sanki çok geride kalmıştı; zaman hem uzamış, hem de hızlanmıştı.
-“Berk, hoş geldin.”
Dr. Ayşe’yi görmek beni sevindirmişti, ancak güldüğüm zaman ağzımdaki acı artıyordu.
-“Kandida stomatiti bu, diğer ismi de pamukçuk. Mantara bağlı bir enfeksiyon. Kemoterapinin en sıkıcı komplikasyonlarından biri bu. Ben şimdi sana bir garagara vereceğim, bir de lökositlerini yükseltmek için bir aşı da olacak. Daha önce de aşı yapılmıştı hatırlarsın.”
Sadece kafamı sallamakla yetindim.
Kemoterapiye devam edecektik, bleomisin lökosit düşüklüğünde bile verilebiliyordu. Aşı da yapılmıştı.
Akşam eve geldiğimde, gargara bir parça ağzımdaki acıyı azaltmıştı. Ama yine de yemek görmek istemiyorum. Biraz kestirmeye karar vermiştim.
Kalçamdaki ağrı ile uykumdan uyandım. O kadar şiddetli bir ağrıydı ki bu, dayanmak mümkün değildi, sanki yırtılıyordu. Acıdan inliyordum. Annem ve babam endişe içinde yanıma gelmişlerdi. Bu ne biçim birşeydi, nerden gelip beni vurmuştu?