-“Aslında ne istediğimi hem çok iyi biliyorum, hem de hiç bilmiyorum. Yemesem takatsiz, güçsüz hissediyorum, hele de çocuklar küçükken ne kadar koşturuyordum, temizlik bir yandan öğle yemeği, akşam yemeği öbür yandan.”
Fatma Hanım sadece kadınlığını yaşamamış değildi, insanlığını da yaşayamamıştı. Hayat yabancı bir film gibi akıp geçiyordu ve sadece bu filmin resimlerini görebiliyordu, konuşmaların hiç birisini anlayamıyordu. Ne kendini anlayabiliyordu, ne kaynanasını, ne de kocasını… Yaşamı bir boşlukta geçiyordu, sona doğru yavaşça gitmesi gereken, ancak kendi istediklerinin hiç birisinin olmadığı bir sıkıntı hissi. Bu filmin sonu gelse, daha güzel ve benim anlayabileceğim bir film başlayacak diye kendini avutuyordu. Ama bu filmin sonu hiç gelmiyordu. Anlamaya çalışıyordu, anlamaya çalışıyordu, hatta bazen az sayıda olan arkadaşlarına soruyordu, ama onlardan da fayda yoktu. Çocuklarının bu yüzden okumalarını çok istiyordu, belki kendi cehaletine onlar yardım edebilirdi. Derinden gelen bir öfkesi vardı ve onu bastırmalıydı: yoksa iyi ana olamazdı, kimse de saygı göstermezdi. Kaynanası her şeyin başı saygı derdi. Saygı olmadan sevgi de olmaz derdi. Fatma Hanıma göre ne saygı vardı ne de sevgi; sadece kuru bir öfke, bir bıkkınlık, bir yenilmişlik, bir cehalet.
Öfke, kilo almasıyla bedeninin her yanına yayılmıştı. Su içsem kilo alıyorum diyordu soranlara, öfkemden yiyorum diyemiyordu, yalan söylüyordu. Yalan söylemek hiç ona göre değildi, ama başka çaresi yoktu. Hayat onu yıkmıştı, tek yapabileceği şey de kendi hayatını daha da mahfetmekti. Kilo aldıkça mutlu oluyordu, çünkü intikam alıyordu yaşamdan ve hayatındakilerden.
Kilo aldıkça özgür oluyordu, çünkü hem kocası hem de kaynanası biliyordu ki aşırı şişmanlayınca yüzünün güzelliği gitmişti, artık kocası onu kıskanmıyordu. Gençliğinde kocasının manyakça kıskançlığına ve şiddetine maruz kalmışlığı çoktu. Güzel doğmak benim elimde değildi, ama bu güzelliği çirkinleştirmek benim elimde diye bir an fikir doğmuştu hamileliklerinin birisinde.
Aslında şişmanlık kendi kişisel başyapıtıydı, incelikle çalışılmış, üzerinde çok zaman harcanmış bir başyapıt. Bu uğurda binlerce kilo yemek zorunda kalmıştı. Ama şimdi özgürdü ve hastaydı. Ona gerekli saygı artık hastanelerde gösteriliyordu, hemşireler onu seviyorlardı, doktorlar ilgileniyorlardı. Koca koca profesörler hasta yatağının kenarına gelip onun hakkında konuşuyorlardı…