Ölmeyi Öğrenen Hücreler -10

-“Kan sayımınız biraz alt sınırda, ancak tedaviye devam edeceğiz. Kemoterapi sonrasında lökositleri yükselten aşı yapabiliriz. Bunun dışında biyokimyasal değerleriniz normal sınırlarda; bunların arasında da en fazla cis-platin nefro-toksisitesini değerlendirmek için üre ve kreatinine bakarız. ”

Kemoterapi olağan ritüelinde başladı. Önce bulantı gidericiler, sonra boş serum, sonra cisplatin, sonra da etken maddesi etoposid olan kemoterapi ilacı. Son ilaç Mayıs Elması bitkisinden elde edilen bir çeşit ilaçtı. Bunları okurken, doğal tedavi yöntemleriyle, doğal olmayan tedavi yöntemleri arasındaki farkları düşünüyordum. Bu dünyada doğal olan her maddeyi çiğ veya değiştirerek kullanmıyor muyduk? Örneğin eti pişiriyor, çilekleri reçel yapıyor, 11kg sütten 1kg kaşar peyniri üretmiyor muyduk? İnternet, kemoterapinin yapıldığı bu alt kattan zorlukla çekmesi, araştırmamdan beni soğutuyordu. Hemen Yavuz’a mesaj çekmek aklıma geldi:

-“Nbr adamım? Alive’n kicking?”

Aradan 15 dakika geçmiş olmasına rağmen herhangi bir cevap gelmemişti. Saat 11’e geliyordu, güneşli bir hava sokakları ısıtıyordu. Her çalıştığım gün, bugün işe gelmemiş olsam neler yapardım diye düşünüp durmuştum. Bir bk yapamazmışım onu anlamıştım. Yılın bu mevsiminin şu dakikalarında arkadaşlarım çoğunlukla işteydiler. Kemo sonrası Çeşme’ye basıp gidip Köşe Kafenin eski köy kahvesinin hemen yanındaki masasına kurulup, etrafınızı nazlı bir şekilde seyrederken sakızlı Türk kahvesi eşliğinde bir bardak sakız likörünü yudumlamanız demek, çoktan nalları dikmiş olduğunuzun göstergesi olabilirdi. Hiç olmazsa Manda batmaz’da olaydım diye düşündüm. Manda batmaz ne mi? Onu da siz bulun yani.

Kemo bittiğinde, artık pek de halim kalmamıştı. Sabahki öforik halim, bir akşamsefasının gecesi gibi kapanmıştı. Sarı renkli borazan şeklinde gösterişli ve de bir o kadar arsız çiçek, sanki maniden depresif hale bir anda geçivermişti. Tam o sırada titreşen telefonun ekranına baktığımda “Yavuz Cep” yazısını görmemle, telefonun sağ üstteki tuşuna bir an için tıklamam bir olmuştu. Artık pek kimseyle konuşmak istemiyordum, artık pek bir insan da görmek istemiyordum. Yaşama enerjim bitmez üzereydi. Ceza ve Müslüm Gürses’in şarkısını açtım, yarım kalan sevgiye, şu emanet gülmeye, yaşamadan ölmeye, itirazım var. Ben hep yenilmeye mahkûm muyum? Ben hep ezilmeye mecbur muyum? İtirazım var bu yalan dolana. Benim şu dertlere ne borcum var ki?

-“Benim derdim kendime paşam” dedim kendi kendime, o dert ise sadece eve gitmek, ne olursa olsun o yatağa yatmaktı. Ne haz, ne de hicazdı, sadece beyaza serilmekti, hırsım yoktu diğerleri gibi.

Ayaklarımı sürüyerek hastaneden dışarı çıktım, arabamı park ettiğim yere yaklaşırken sadece yere bakmaktaydım. Arabamı geçtim mi diye arkama bakarken yumuşak bir şeye gövdem ve sol omzumla çarparak durdum. Yavaş çekimde seslerin pesleşmesi gibi:

-“Aağfeğğder”le başlayıp, çarptığım kişinin Doktor Ayşe olduğunu gördüğümde hızlı bir “siniz” ile bitirdim. Sanki anında şarj olmuştum.

-“Kemodan yeni çıktım da, arabamı arıyordum. Kusura bakma, umarım canın yanmamıştır.”

Ayşe’nin çatılmış olan kaşlarına rağmen kırışamayan alnında botoks mu vardı? Acaba bana çok mu sinirlenmişti diye düşünürken, kaşlarının iç köşeleri birbirlerinden ayrılırken, kuzey kutbunu gösteren kaşlarının tepe noktası dinmişti.

-“Yoksa yine bir köpek tarafından taciz mi edildin Berk?” derken, elmacık kemikleri yukarı kalkmıştı.

Reklam

Ölmeyi Öğrenen Hücreler -10 için yorumlar kapalı

Filed under ustalık yolu

Yorumlar kapatıldı.