Pazartesi olduğunda 2. kürün ilk tedavisi başlayacaktı, cis-platin, adından da anlaşılacağı gibi platin ağır metalini içeriyordu. Platinle Türk insanın tanışması, onkologların tanışmasından öncesine dayanır, çünkü Platin Doğan 1956’da ilk bilardo masasını yapmıştır. Ama damarlarıma zerk edilecek platin bilardo kadar keyifli bir şey değildi. Platin, kanser hücrelerine etki ederken ağızda da metalik bir tad bırakması, bende sanki böcekmişim ve ilaçlanıyormuşum hissi uyandırıyor, moralimin bozulmasına neden oluyordu. Geriye kalan kemoları sayıyordum, ama şafak hiç doğmayacakmışçasına uzaktı. Takvimin üzerine attığım çarpılar kafamdaki kalan saç telleri kadardı. Ama her şeye rağmen Ayşe’yi görmek beni heyecanlandırıyordu.
Kendimi neşelendirmek için, hemşire damarıma girerken içimden “Oh beybi” dedim ve üst dudağımı yayıp, alt dudağımı üst dişlerime doğru nefesi çekerek “hıff”ladım. Eğer vücudunu kasmazsan bu iğneler fazla can acıtmıyordu. Eski Türk filmlerinde bu sahnelerde doktor rolünde Nubar Terziyan “Aczimayacak evladim, aczimayacak” der ve bir atı devirecek büyüklükte olan iğnesini çantasından çıkarttırdı. Neyseki tıp ilerlemişti. Bakalım kan tahlili kazı kazanında kemoyu tutturabilecek miydim?
Yanımdaki Meral Hanım, 2’yi, tutturmuş, lökosit düşüklüğünden dolayı erteleme almıştı. Meral Hanım’ın da enteresan bir hikâyesi vardı: geçen sene sezaryenle doğum yapılırken jinekoloğu karın içinde nohut tanesi kadar bir kitleyi tesadüfen görmesi, hayatının akışını bir anda değiştirmişti. Yeni doğan bebeğin telaşı içinde patoloji sonucunu almayı bile unutmuştu, fakat doktoru arayıp bir tür yumurtalık kanseri olduğunu söyleyince dünyası başına yıkılmıştı. Liseden sonra okumamış olması zekâsından veya derslerine az çalışmasından kaynaklanmamıştı, babasının ölümünden sonra başına geçmesi gereken bir fırın vardı. Planlarında ise ikinci çocuktan sonra Açık Öğretim Üniversitesinde İşletme okumak vardı. Fırınında, çalışanlarına karşı hep adil olmayı tercih etmişti, müşterilerini de her zaman el üstünde tutardı. İşin kalitesi ve müşteri memnuniyeti her şeyden önemliydi. Bu mükemmellik isteği, maliyetlerini arttırıp para kaybettirse de uzun vaadede iyi ve dürüstlerin her zaman kazanacağını söyleyen babasını anımsardı. İkinciden sonra üniversite fikri ise, işini genişletme ve zincir kurma hedefinin ön çalışmasıydı. Kanser gıcık bir şekilde bebeğine ayıracağı zamanı ve sütü sekteye uğratmış ve iş hedefine ulaşacağı zamanı geciktirmişti. Bir başka sıkıntı ise kendine güveninin simgesi olduğu düşünülen, kırmızı ve mavinin karışımıyla elde edilen magenta renkli saçlarıydı. Bu rengi kendi iç huzurunu ve ateşli hırsını yansıttığı için özellikle seçmişti. Ne de olsa yükseleni başak olan akrep burcu kadınıydı. Saçları kemoyla döküldüğünde peruk önerisini şiddetle püskürtmüştü. Kanser bile bedenini, ruhunu ve özgürlüğünü tamamen ele geçiremezdi. Bugün sonuncu kemoterapiyi almayı bekliyordu, uzun bir mücadeleden çıkmak üzereydi. Bir hafta ertelemenin olabileceğini de hesap etmişti. Karnındaki bıçak izini parmağıyla izledi, midesinden başlayan kabartı, göbek deliğinin etrafından kıvrılarak aşağı ilerliyordu. Cerrah ne var ne yok toplamıştı karnından; yumurtalıklar, rahim, karın zarı, birkaç bonus lenf bezi. Neyse artık adet sancılarım bitecek, adet öncesi gerginliklerim de azalacak diye kendini avuttu.
-“Berk Kardeş, haftaya burada mısın? Ben şimdi gidiyorum, ama haftaya benim için son kemo olacak. Fırından sana ne getireyim?”
-“Meral, tarçınlı kurabiye istiyorum, ama senin elinden.”
Geçen gün geçirdiğim ateş ve lökosit düşüklüğü, bende erteleme olasılığının yüksek olabileceğini düşündürüyordu.