Eve gidip yatmaktan başka çarem yoktu. Kafamdaki saçlar avuç avuç dökülmeye de başlamıştı. Evde hapis kalmak da moralimi bozuyordu. Oksijensiz kalmıştım, birşeyler yapmalıydım. En sevdiğim Diesel jeanime atlayıp Adnan Saygun’daki berberime gitmeye karar verdim. Salondan içeri girdiğimde yine şaşkınlıkla karşılandım. Sağıma, soluma baktım, ketçap vesair bir şey yoktu. Berberim Murat beni görünce:
-“Abi sana ne oldu?” diye sorması ile kafamdaki parçalı bulutlu kıvamındaki saçlarımın infial yarattığını anladım.
-“Tüp patladı Murat’ım. Evde biliyorsun benim iguana var. Sen kalk geceleyin mutfakta avlanmak için dolaş, o sırada ayağıyla da ocağın gazını açmış. Ben de su içmeye girince gaz patlayıverdi. Ben önemli değilim de benim iguana da mefta oldu.”
Murat’ın gözleri faltaşı gibi açılmış, “yapma be abim yea” haykırışlarıyla beni dinliyordu.
-“Yok be Murat’ım dalga geçiyorum. Aslında kanser oldum, kemoterapi görüyorum, ondan saçlar gitti” diyince, bu sefer bu duruma “yapma be abim yea” demeye başladı.
Saçlarımı makinede alırken değişiklik yapmak isteyen Murat “abim yapma be yea” demeye devam etti. Tahminimce Berber Murat Guinness rekorlar kitabına girmeyi hakedecek sıklık ve şiddette bu kelimeleri söyleyebiliyordu. Neyseki saç tıraşım fazla sürmemişti.
-“Borcum nedir Murat’ım?”
-“Abim yapma be yea!”
Salonun nemli sıcağından kel bir kafayla dışarı çıktığımda, hayatımda ilk kez kafamın üşüdüğünü hissettim. Yakınlarda Deriden ve Kara Fırın dışında bir şey yoktu. En iyisi şapka bulmak için Akmerkez’e gitmeliydim.
Adnan Saygun Caddesinden Akmerkez’e girdim. Bu giriş tam benim kırmızı canavarım için yapılmış gibidir, dardır, diktir, hızlı inmek yürek ister. Duvarlar nice jeeplerden makas almış, hatta renklerinden kendine sürme de çekmiştir. Baba Michael Caine, Akmerkez o zamanlar olsaydı bu girişi mutlaka “İtalyan İşi” filminde kullanırdı diye düşünürdüm. O film, hem benim yıllar sonra mini almama neden olmuştur, hem de küçük ve ezik gibi görünenlerin birleşince ne güçlü olabilecekleri konusunda bir umut yaratmıştır. Zemin kattaki Adidas’a kendimi attım, LA Lakers’ın şapkasını kafama geçirdim, etiketini pıtlattım. Etiket pıtlatmak zor sanattır, eğer doğru açı ve doğru hızda yapmazsanız parmağınızı acıtabilirsiniz; hatta bir shopaholic’in 2 parmağının bu sevdada koptuğunu bile duymuştum.
Arabaya bindiğimde ilk iş olarak, kafa şapkamı arka koltuğa fırlattım. Acaba nereden çıkacaktım, burada dolaşırken sanki uzay yolunun gemisi USS Enterprise’ın içinde gibi hissediyordum, hiçbir zaman nerede olduğumu bilemiyordum. Yalçınlar fotonun önünden geçip Kortel Korusunun önündeki çılgın virajlı yoldan geçerek Arnavutköy sahiline vurdum. Sola dönmek buradan mümkün değildir, sağa döner, ışıklardan sola kırdınız mı solunuzda benzinlik ilerinizde Bebek kalır. Bebek parkına geldiğim zaman büfenin önündeki otobüs durağının cebine park etmek için şiddetli bir istek duyuyordum ki, aklıma avcı çekicilerin 20 saniye arabaları çektiği enstanteneler geldi. Sağa park tarafına girmek yerine ikinci sokaktan soldaki yokuşa girmeyi tercih ettim. Hafta içi burası arabayı park etmek için cennetti. Yeni aldığım şapkamı kafamı geçirerek parkettiğim yokuştan aşağı indim. “Allah kahretsin” diyerek arabaya geri döndüm. Yolun sağına park etmiştim ama soldaki aynayı kapatmayı unutmuştum. Dar yoldan geçerken ona vururlarsa kesin aynayı kırarlardı, bu ayna da Borusan’ın “de Medici” tamirhanesinde küçük bir servete dönüşebiliyordu.
Lakers şapkası kafama hiç uymamıştı. Daha önce şapka takmıştım, ama kafamın derisi bana çok yeniydi. Şapkayı kafama takınca canım acıyordu, çıkarınca da kelim üşüyordu. O yüzden bir takıp bir çıkartıyordum. Bebek Kahvesine doğru yürüdüm. Buraya her geldiğimde Paris Café de Flore’e geleceğimi hayal etsem de, burası Paris’in altıncı bölgesinden çok daha güzeldir. Önce parkı bastığım her adıma dikkat ederek turladım, sonra kahvenin dışardaki masalarından birisine kendimi attım.
-“Su bardağına bir çay, bir de içi kaşarlı ve domatesli simit alabilir miyim?” dediğimde iştahımın açıldığını da hissediyordum. Kemoterapinin en sıkıntılı taraflarından birisi ağızda tad hissinin değişmesiydi. Saatin kaç olduğunu anlamak için telefonun sağ yukarı tarafındaki tuşa dokundum; telefonu açmayı bile unutmuştum. Güneşe baktım, saat öğleden sonra 2 civarlarında olmalıydı.
-“Berk Bey! Burada ne işiniz var!”