Çarşamba ve Perşembe günleri her zamanki sıradanlığında, bol toplantılı ve az işli geçmişti. Açık ofisin kurallarına alışırsanız hayatınız rahat eder. Önemli olan oyun oynarken görülmemektir. Ben de çaktırmadan Spider Solitaire oynayıp, önemli bir iş üzerinde çalışırmış gibi yapıyordum.
Tekrar Pazartesi geldiğinde sanki tüm kemo bitmiş gibi hissetmiştim, fakat birinci turun sadece sonuna gelebilmiştim. Bugünkü kan sayımımda lökositler biraz düşük çıkınca hemşireler Dr. Ayşe Hanımı aramışlardı. Kemo ertelenir miydi?
-“Kan sayımınızda lökositleriniz düşmüş. Bu durum kemoterapiyle ilişkili, ancak dikkat etmeniz gerekiyor. Enfeksiyonlara açık oluyorsunuz bu dönemlerde.”
-“Şu anda hiçbir şikayetim yok, ama sizin kartınızı alabilir miyim?”
Dr. Ayşe kumral, açık tenli ve uzun boyluydu. Tırnakları kısa kesilmişti, kenarlarında herhangi bir yenme emaresi yoktu. Nine West ayakkabısı sade ve şıktı, bileğinde ince ve zarif bileklik vardı. En önemlisi parmaklarında yüzük yoktu. Bir bakışta aşık olunacak bir güzelliği yoktu, ama değişik bir çekiciliği vardı.
-“Cep telefonumu numaramı kartın üzerine yazıyorum. Evinizde mutlaka bir derece bulundurmayı unutmayın. Eğer ateşiniz 38 dereceyi geçerse mutlaka bana ulaşın.”
-“Rahatsız etmeyiz değil mi kızım?” diye araya annem girdi.
Lökositler, annemi endişe kazanına düşürmüştü. Ya öyle olsaydı, ya böyle olsaydı sorularıyla eski öğrencisini kurtarma sözlü sınavına almış gibiydi. Özet olarak ateşim yükselirse enfeksiyon kapmış olduğum anlaşılacak ve antibiyotik başlanması gerecekti. Ne vardı ki bunda herkes nezle olmaz mıydı?
Salı günü ofise gittiğimde, millet bana tekrar adapte olmuştu. Boxuma geçip hemen spider solitaire’i açarak kaldığım yerden devam ettim. Acaba laptop’umu getirsem de Assassin’s Creed II mi oynasam diye düşünüyordum.
-“Berk Candan!”. Berna Hanım’ın sesini duyunca beynimden vurulmuşa döndüm, çünkü öyle hazırlıksızdım ki, oyun penceresini kapatmama da imkan yoktu, kabak gibi açıktı. Ayrıca tam da kazanmak üzereydim.
Miyavlarak, “Berna Hanım?” diye arkamı döndüğümde Yavuz’u elindeki telefonu bana tutarken görünce:
-“Ulan Yavuz, yakacağım çıranı.” diye köpürdüm. “Ne cins adamsın sen!”
-“Oğlum seni kafalamak için çektiğim eziyeti bir bilsen. En az iki saatlik kayıt yaptım, sırf Berna Komutanın ağzından Berk Candan kelimelerini almak için.”
-“Harbiden ruh hastasısın sen müdür. Seni doğrudan hastaneye kapatmak lazım. Haftaya istersen gel götüreyim.”
Yalandan yapılan birkaç iş ve cevaplanan birkaç mail’den sonra mesai bitmişti. Yavuz’la birlikte Atiye’ye gitmeye karar verdik. Limontalarımızı yudumlarken Yavuz’da bir haller olduğunu anlıyordum. Kemo kafası mı konsantrasyonumu bozuyordu, yoksa bir anda çok şeyi birden yaşamak mı bozuyordu bilmiyordum? Hani fotoğraf çekerken objeye fazla yaklaşırdınız da alet odaklanmak için bızt-zıst sesler çıkartır, tam netliği yakalarken bir anda kaybolur, bunu sık yaşamaya başlamıştım. Yoksa çoktan arkadaşımın durumunu çözerdim.
Atiye sokağın en önemli işlevlerinden bir tanesi Taksim dolmuşlarının kuyruğuna ev sahipliği yapmasıydı. Bu dolmuşlar Beyaz Türklerin doğumuna şahit olmuş, hattı zatında doğumu hastaneye yetiştirirken de, Beethoven dinletmiş olmaları muhtemeldir.