Kolumu açtığım sırada telefonum da çalmaya başlamıştı. Arayan Elif’ti. “Sh.t” derken hemşire de iğneyi koluma soktu. Hemşire İngilizce kelimeyi çözemedi, ama neden öyle bağırdığımı anlamak için yüzüme ters ters baktı; sonuçta damar patlamamış, tek seferde damara girmişti. Ben kız arkadaşımı tamamıyle unutmuştum.
Elif’le Bahçeşehir’de MBA yaparken tanışmış ve çıkmaya başlamıştık. Sakin görüntüsünün altında hırs üreten bir fabrika vardır. Her şey onun için bir challenge’dır, yaz tatilinde öğrenilen sörf bile öyledir. Her şeyin en iyisini, en mükemmelini o yapmalıdır. Koyu sarı düz saçlarında aykırı hiçbir saç teli bile yoktur. Beni de sakin karakterimden dolayı seçmiş olması muhtemeldir. Benimle çıkmasındaki en önemli nedenin de iyi bir baba olacağımı düşünmesidir.
“Kemo’dayım seni arayacağım, aşkım” diye mesaj atınca “Görüşmemiz lazım” cevabı geldi. Bakalım bundan neler çıkacaktı. Pek hayra alamet değildi.
Üçüncü, dördüncü ve beşinci günler birbirinin aynısı olarak geçmeye devam etmişti. Bir grup insan beş günlük, bazıları üç günlük, bazıları ise günlük tedavi alıyorlardı. Hemşireler arı gibi çalışıyorlardı. Herkesi ismiyle biliyorlar, önce kan alıp tetkike göderiyor, sonra eğer kan sayımları uygunsa tedaviye başlıyorlardı. Bazı hastaların kan sayımları uygun olmadığından tedavi uygulanamıyordu. Bu duruma bazı hastalar üzülüyor, bazıları da oh bu haftada yırttık diyordu. Bu dünyanın farklı bir akışı vardı. Genç insanlar, yaşlı insanlar, çiftler, aileler bu tornadan geçiyordu. Hasta olmadan önce bu kadar hastanın olabileceğine inanamıyordum. Bu insanlar çok da uzağımızda değillerdi, içimizdeydiler. Bir kısmının tedavisi bitiyordu, bir kısmı ise sürekli tedavi almak zorunda kalıyordu. Bu ayırımı kim yapıyordu?
Pazar günü sabah Elif’le Emirgan’daki Sütiş’e kahvaltıya gittik. Sütiş’i pek bir severdim, Mehtap olduğu zamandan beri sık gelirim, ama erken gelmezseniz ne yer bulabilirsiniz, ne de uğultudan bir şey anlayabilirsiniz. Gece boyu yağan bahar yağmuru, gün ışıldarken kesilmiş, ama etkisini serinliğiyle devam ettiriyordu. Quiksilver’dan aldığım kalın ve kapüşonlu board hırkam beni koruyordu. Sütiş’in dışardaki bahçesinde oturduk. Boğazda akıntı çok sakindi. Denizin rengi, bulutların arasından kendine metrobüste yer açmaya çalışan güneşin hüzmeleriyle yeşilimsi maviydi. Küçük balıkçı kayıkları kıyıya sürtünürcesine yol alıyordu. Bugün kıyıdan olta atanların sayısı da bir hayli azdı. Martıların arasında karabataklar suyun içine dalıyorlardı ve nereden çıkacaklarını kestirmek mümkün değildi. Hayat da böyleydi, bir yerden dalıyordunuz, ama nereden çıkacağınızı bilemiyordunuz. İçinize çektiğiniz kokuyu iyot zannediyordunuz, ama planktonların yaptığı çürük yumurta kokusu olan dimetil sülfid çıkıyordu. Her şeyde bir hayır yok muydu?
-“Ben bu şekilde devam edemeyeceğim, ayrılmamız gerekiyor.”
Bu cümleyi duymaya zaten kendime alıştırmıştım. Bulunduğum şartlar artık Elif’e uygun değildi. O bir yuva kurmak istiyor ve çocuklarının olmasını istiyordu. Benim tedavi sürecimin ne olacağı belli değildi, baba olup olamayacağım da bir muammaydı. Kısa vadeli acil sorunlar uzun vadeli büyük problemleri bastırmıştı. Şu anda ne kadar spermimin kaldığını bilmiyordum. Ayrıca sperm dondurma gibi bir uygulama sadece yurtdışında yapılıyordu; bunun organizasyonunu yapmam bu ruh halimde mümkün değildi. Her şeyin iyi olacağı yönündeki hissim dışında elimde hiçbir şey yoktu.
-“Haklısın” dedim. Daha fazla konuşmaya gerek yoktu. Saatlerce boğaz kıyısında yürümek istiyordum. Hindistan Konsolosluğunun önüne geldiğimde artık mecalim kalmamıştı, 5 round kemo beni hırpalamıştı, Elif’in attığı son darbe de dengemi bozmuştu. Bedenimin ve ruhumun dinlenmeye ihtiyacı vardı.
Gözlerimi kapadım, gözümün önünde çeşitli sahneler hızlı hızlı yer değiştiriyordu, birbirinden kopuk resimler, sürekli başa dönüp beni huzursuz ediyordu. Parmaklarımın ucu donmuştu, ayaklarım da buz gibiydi. Ellerimi içi boşluk kalacak şekilde birleştirip içine soluyarak ellerimi ısıtmaya çalışıyordum, inşallah beni tinerci zannedip içeri almazlar diye düşündüm.
Gözlerimi açtığımda Elif’in yanımda ağlıyor olduğunu gördüm. Sağ elimin işaret parmağını E.T. gibi uzattım, akan gözyaşına ucunu değdirdim, sonra gözyaşlı parmağımı dudağımda gezdirdim. Saçını ve tenini içime çektim ve “elveda” dedim, “seni hep iyi anımsayacağım”.
Eve ne zaman ve nasıl geldiğimi, arabayı nereye park ettiğimi hatırlayamıyordum, anne ve babamın beni karşılama nidaları terkedilmişliğin soğuk betonarme duvarından geçerken boğuklaşıyor ve anlamsızlaşıyordu. Acı önce tenime, sonra kaslarıma, oradan da kemiğimin iliğine işliyordu. Youtube’u açtım:
Elimde eski bir aşktan kalma tutku damlacıkları
Arkamda diz boyu balçık hatıraların ışığı var
Yıkmış atmışım herşeyi
Bir ben kalmışım ortada
Bir de sen içimde, tam şuramda
Kıraç