Günün bu saatinde trafik az olur, birinci köprüden geçerken deniz kokusunu duyar mıyım umuduyla camımı sonuna kadar açtım. Gri gökyüzü, boğazın rengini de kasvetlendirmişti, akıntı ve rüzgar kurşun tırnakların üzerini french manikürü gibi boyuyordu. Denizin kokusu yerine boğazın şamarını yemiş olarak camı hızlıca kapattım. Bu köprüye has bir hazinliktir, denizin üzerinde olup, deniz kokusunu alamamak.
Hipermetroplar için yapılmış retro dashboarddaki saate baktım, 11’i 47 geçiyordu. Sanki sabah da 7’li bir saatte kalkmıştım, yoksa bu bir işaret miydi? Yedi vakte kadar ölecek miydim? Damardan bir arabesk bulurum ümidiyle radyonun açma düğmesine bastım, radyonun ışıkları kayboldu. Bu da mı bozuldu? Tam ismimi “Acıların Çocuğu Küçük Emrah” diye değiştirmek için dilekçe yazmayı düşünürken, aslında açık olan radyoyu kapattığımı çaktım. Neyse ki Radyo FG’nin ritmik müziği beni kendime getirdi, şimdi mücadeleye asya tarafında devam edecektim.
Annemim okuluna vardığımda saat 12’yi 27 geçiyordu. Yine bir yedi, yoksa ben mi kafayı yedi? Bu saat mevzusu takıntı mı olmaya başlıyordu? Meczup olup diyar diyar dolaşmak da kulağa hoş geliyordu.
-“Berk hoş geldin canım. Otur bakayım şuraya. Evladım havayolu ile mi geldin?”
-“Yok anne, arabayla geldim.”
-“Evladım sen canına mı susadın? Yarım saat önce karşıdasın, şimdi de burada? Uçarak mı geliyorsun sen.”
Allah’ım, iyi ki birkaç kez radara yakalanmış, birkaç kez de arabayı sürtmüştüm. Aynı tozlu hikayeler yine silkelenip fırçayla üzerime sürülüyordu. Belki yüz kez dinlemiştim, hızlı gitmenin tehlikesini ve yavaş gitmenin erdemliliğini. Tabi arabanın yarısının annem tarafından finanse edilmesi de bu fırçaya zemin hazırlıyordu.
-“Nedir sıkıntın anlat bakalım.”
Bütün süreci olanca hızla anneme anlatırken, annemin kafası ileri geri oynuyor, Pompadour stili saçları, bir duvar gibi bana yaklaşıp uzaklaşıyordu. Burnun ucuna doğru gelmiş gözlüklerinin sapından sarkan zincirler zaman zaman sallanıyordu. Bu tip sıkıntılı durumlarda ana kucağının şefkati gibisi yoktur.
-“Halt yemişsin evladım, biz burada eşek başı mıyız? Sen bir sürü sıkıntı çek, hem de annene haber verme! Pes vallahi, bir yaşıma daha girdim. Şimdi doğru eve gidiyorsun.” dedi, yıllar boyu içilen sigara ve çekilen tebeşir tozunun çatlattığı sesiyle. Neyseki hem tebeşiri hem de sigarayı bırakmıştı.
Kuyruğumu sıkıştırmış bir şekilde eve doğru yola çıktım. Köşeye fena sıkışmıştım. Annem, evden ayrıldığım zaman kazandığım özgürlüğüme bir kement atmıştı. Bütün bu tedavi sürecini de tek başıma halletmeme de imkan yoktu.
Eve vardığımda babam beni bekliyordu. Annem muhtemelen ben okuldan çıkar çıkmaz babamı aramış ve eve intikalini sağlamıştı. Yuvarlak gözlüklerinin arkasından sevimli bir şekilde bana bakıyordu. Babamın kırçıllı, beyazlı pos bıyıkları vardı, sarı saçlarında beyaz sayısı azımsanmayacak kadar çoktu ve alnından kafasının arkasına yangın emniyet şeridi geçmiş gibi bir açıklık vardı. Yangın önleme şeritlerinin, orman yangınlarını önlemede işe yaramadığı anlaşılsa da, erkeklerin kafasında neden saç durmadığı da hala anlaşılmış değildi.