Akşamları spora gittiğimde bu ağrı biraz daha artmaya başlamıştı, giydiğim şort ızdırap vermeye başlamıştı. Hele bisikletin selesi değdiği zaman, sanki beynime ilerleyen ateşli bir elektrik çakıyordu.
Kabuğuma çekilmiştim, korkuyordum kendimi ellemeye. Orda bir şey var biliyordum; gözlerimi kapatıp geçmesini bekliyordum. Geçmiyordu o his. Bu rüya olsaydı da uyansaydım ve bir oh deseydim diye düşünmeye başladım. Geceler bölük pörçük uykuyla geçiyordu. Sevgilim, senin tanıyamıyorum artık, ne biçim adam oldun sen diye bana çıkışıyordu. Evden çıkmak da istemiyordum, işe de gitmek istemiyordum. Sakallarım uzamıştı, saçlarım berbat keçe halindeydi. Kendimi çıplak göreceğim korkusuna duş bile alamıyordum; halbuki “duş machen” ne hoştu bir zamanlar.
Şirkette toplantılar çok olurdu. Yakın arkadaşım Yavuz yanıma geldi.
-“Adamım, nedir bu halin? Noldu manitayla bir durum mu var? Seni çok “down” gördüm. Akşama kafa çekmeye gidelim mi?”
Aramızdan su bile sızmazdı Yavuz’la. Haa, tipsizin tekiydi, ama nedense bütün kızlar bu şebeğe hastaydı. Yavuz’la liseyi aynı okulda okumuştuk ve son altı yılımız da bu şirkette geçmişti. Herşeyimizi bilirdik, dağa da birlikte giderdik. Yavuz benim şu anımı anlıyamıyordu. Benim üzerime çoktan gelirdi, ama o da şu aralar sancılı bir ayrılık sürecinin içindeydi. Milattan öncesine dayanan kız arkadaşıyla çatırdıyordular. Kız fena değildi, ama kaprisleri ağzına ediyordu elemanın. Bizimkisi de az değildi, alttan almadığı gibi kaçak kesim de boldu. Bu zamana kadar geçinip giderken, bir sürtüşme, sönmekte olan mangalın üzerine benzin dökülmüşçesine ilişkilerini alevlendirmiş ve mumun sönmeden önceki son parlamasına neden olmuştu. Alışkanlıklarda kopmak her ikisi içinde zordu, topuğa batan denizkestanesi gibiydi, iğneyle deşe deşe ayrılacaklardı ve yine denizkestanesinin kara izi uzunca bir süre kalacaktı.
Müdür derdim Yavuz’a. “Müdür, bak bende sıkıntı var, ama hem utanıyorum, hem de acaip korkuyorum”.
Kıvrıla kıvrıla, anlattım derdimi kankaya. İçim bir anda rahatlamıştı, göğsümde sanki bir çimento çuvalı vardı ve kalkmıştı. İnsan, kendine ne kadar eziyet ediyormuş. Sözde insan kurttur derler; palavra. Anlatmak, derdini dökmek gibisi yokmuş şu dünyada.
Hemen tuvalet gittim ve kendimi yokladım. İşte oradaydı, sol testisim büyüktü. Bir anda yüzümden kanların geri çekildiğini hissetim, bunca kan nereye gidebilirdi bilmiyorum, ama benden uzağa gittiği kesindi. Soğuk bir ter, güçlü bir pervanenin önünden ince su damlacıkları şeklinde yüzüme püskürtülmüş gibiydi. Sık nefes aldığımı hissetim, sanki kontrolümü kaybediyordum. O sırada bir patlama duydum. Hayır, bu bir patlama değildi. Kanka meğerse tuvaletin kapısını yumrukluyordu.
-“Adamım, iyi misin?”.
O anda lise yıllarımız aklıma geldi; erkekler arasında şarkıları tersten okutmak pek bir modaydı. Gençlik, delikanlılık… Ne çılgın yıllardı o zamanlar. Keşke o günlere dönebilseydim. Ama, olan olmuştu, o yıllar anıların mahzeninde küflenmiş ve parlakıkları azalmıştı.
-“İyiyim, müdür. Bildiğin iyi bir doktor var mı?