Yavuz’la buluştuğumuzda saat 5’i biraz geçiyordu. Yaşlı ve yorgun bir adamdım artık ben. Kendimi tüketmiştim. Sünnete tekrar gidecekmiş gibi hissediyordum, tek eksiğim kafamda yumuşak tüylü paşa şapkası ve omzumdan aşağı sarkan Maşallah yazısının olmamasıydı. Olsun diye düşündüm, gider şuradan kafama bir huni bulurum.
-“Müdür, senin bu arkadaş iyidir değil mi? Hemen kesip biçmeye kalkmaz, umarım.”
-“Yok be kanka, bu kadar da ödlek olduğu bilmiyordum.”
Mecidiyeköy’deki hastanenin içine girdiğimizde, hayallerim bir anda yıkıldı. Amanın bu da neydi… Sözde özel hastane, ama devlet hastanesinden bir farkı yok. İnsan, hastaneye girdiğinde “şş” yapan ve Andy Warhol yaşasaydı pop art ikonu yapması gereken fotorafı görmeyi beklerken, etten bir duvara çarpıp, bir de üstüne ter ve çeşitli insani kokuları suni teneffüs ettiğinde gerçek sandığı hayatın, pek de gerçek olmadığını anlıyor.
-“Müdür, bu neee? El ele tutuşalım da en azından birbirimiz kaybetmeyelim.” diyerek Yavuz’un koluna girdim.
Yavuz’un da ortamdan ürktüğü apaçık belliydi, ama yine de çaktırmamaya çalışarak, ilerlemeye devam etti. Ufukta danışma vardı, ama sanki bu hastane de dünya gibi yuvarlaktı ve ancak görevlinin bir kısmını görebiliyorduk. Kader gibi, ağır ve emin adımlarla yürüdüğümüzü zannederken, veletin teki son hızla bana çarptı. O boydaki bir tipin kafasının nereye çarpacağını da tahmin etmek mümkün olmalı, değil mi? Evet, bildiniz, sebebi ziyaretim olan bölge ateş altındaydı.
Danışmanın önüne geldiğimizde, Yavuz da çeşitli darbeler almıştı. Salak ile avanak ikilisi şeklinde birbirimize dayanmıştık, Afrika’dan yeni koparılmış yerliler gibi titriyorduk. Neyseki, danışman halden anlamış ve hangi doktoru aradığımızı sormuştu. Özel sağlık sigortamın olduğunu söyledim ve ısa bir süre sonra doktorun kapısının önündeydik. Boş bir yer bulursanız oturabilirsiniz, birazdan görevli arkadaşlar sizi çağıracak diyince, ben de bir tarafa yığıldım. Biz bekleyenler arasında BİN-BEŞ-YÜZ-ÜNCÜ kişiydik, beklemek için popomuzun üzerinde oturmaya devam edip, Vezüv’ün taş ettiği Pompei halkı gibi kurtarılmayı umacaktık. Kötü ihtimalle de bizi müzede sergileyebilirlerdi, beklemekten kül olmuş bir yaralı hasta ve onun kankasını.
Sıra bize geldiğinde, odadan izbandut gibi ama koku aurası insanı böğürtecek kuvvette bir adam çıkıverdi. Dr. Ufuk, Yavuz’la sarıldı, sonra da elini bana uzattı. Hay aq, bu doktor deminki herifi muayene ettiği eliyle mi benimle tokalaşacak? Sonuçta adam doktor, o eliyle prostat muayenesi de yapıyor, testis muayenesi de. Tokalaştıktan sonra, hemen sandalyaye oturdum ve öksürme numarasıyla elimi koklayıverdim; hafif bir pudra kokusu siniverdi elime. Normalde huylu biri değilimdir, ama nedense bir iğrenme durumu hasıl oldu.
Dr. Ufuk’un yüzü tam bir doktor tipiydi, hafifçe önden dökülmüş saçları vardı ve çerçevesiz Tag Heuer gözlükler para kazandığını da gösteriyordu. El sıkışırken uzattığı kolunda da Tag Heuer marka saatin safir camı parlıyordu, demek ki solaktı ve marka takıntısı vardı. Solaklar eskiden yazı kalitelerinde düşüklük nedeniyle sarsak tipler olarak görülse de liderlik özellikleri fazlaymış diye seyretmiştim Discovery Channel’daki bir belgeselde. Bir de homoseksüellik de fazlaymış, ne alakaysa. Yavuz’la doktor ilkokuldan beri arkadaştılar. Zaman zaman buluşurlardı, ama araya giren ihtisas ve Yavuz’un ele avuca sığmaz çocuğu Efe nedeniyle araya uzunca bir boş zaman girmişti. Beyaz önlüğünde kahverengi batikon lekeleri gün içinde fazla hasta gördüğünün göstergesiydi. Üç beş hoş beşten sonra, sadete geldik ve muayene maasına yattım. Bu arada doktorun mimiklerini de kaçırmamaya çalışıyordum. Kaşlarını çatmıştı, acaba ciddi bir problem mi vardı, şimdi de dudaklarının kenarları aşağıya doğru derinleşmişti.
-“Ultrason yapmamız lazım.”
-“Nedir durum hocam, kötü bir şey mi?”
-“Ele gelen bir kitle var. Bundan sonraki aşamada yapmamız gereken ultrasonografik inceleme ve bazı kan tetkikleri yapmak.”
İstediğim olmamıştı, tanı ve tedavi yine ötelenmişti.
Muayene odasından çıktığımda bir sisin hastanenin içine yayıldığını farkettim, bu tabakayı ben ve diğer hastalar oluşturuyorduk, korku ve endişe sisiydi bu. Elimde doktorun karaladığı özel sağlık sigortası hasta bilgi formu, radyoloji istek formu ve laboratuvar istek formlarıyla anlaşmalı kurumlar veznesinin önüne geldim. Radyoloji isteğinde Skrotal USG, biyokimyada ise çeşitli testler işaretlenmişti. Saat akşam altıyı geçtiği için tüm radyologlar çıkmıştı ve yarın öğle saatlerine randevu almıştım, sabah da kan vermem gerekiyordu.
Yavuz’la vedalaşıp eve geldiğimde, günün yorgunluğuyla salondaki kanepeye oturdum, kafamı geriye doğru koydum ve kafamı kaldırdım. Gün, geceyle karışırken yaklaşık 2 saat kadar sızmıştım. Telefonuma baktım, 7 tane mesaj, 10 tane cevapsız arama vardı. Telefonu, hastanede sessize almış olmalıydım, çünkü o araları net hatırlayamıyordum.